Хеннинг Манкелль

Karanlık Yüz


Скачать книгу

ne dersin?” diye sordu babası damdan düşercesine.

      Kurt Wallander’in istediği en son şeydi bu. Ama hayır demenin boşuna olacağını biliyordu.

      “Olur, baba,” dedi.

      Atölye bir koridorla alçak duvarlı ve hayli mütevazı mobilyalarla döşenmiş eve bağlıydı. Kurt Wallander bir bakışta evin dağınık ve kirli olduğunu gördü.

      Artık bunu fark edemiyor, diye düşündü. Ya ben neden hiç fark etmedim?

      Kristina’yla bu konuda görüşmeliyim. Babam daha fazla yalnız başına yaşayamaz.

      Tam bu anda telefon çaldı.

      Babası açtı.

      “Seni arıyorlar,” dedi, sesinden öfkesi belliydi.

      Linda, diye düşündü. Kesin odur.

      Ama telefondaki, hastaneden arayan Rydberg’di.

      “Kadın öldü,” dedi Rydberg.

      “Hiç kendine geldi mi?”

      “Evet. On dakika kadar. Doktorlar krizi atlattığını sandılar! Sonra kadın öldü.”

      “Peki, bir şey söyledi mi?”

      Rydberg’in sesi yanıt verirken düşünceliydi.

      “Sanırım en iyisi şehre gelmen.”

      “Ne söyledi?”

      “Hoşuna gitmeyecek bir şey.”

      “Hastaneye geliyorum.”

      “Merkeze gelmen daha iyi olur. Dedim ya, kadın öldü zaten.”

      Kurt Wallander telefonu kapattı.

      “Gitmek zorundayım,” dedi.

      Babası öfkeyle baktı.

      “Benimle hiç ilgilenmiyorsun,” diye suçladı Wallander’i.

      “Yarın yine geleceğim.” Babasının içinde bulunduğu bu vahim durum için ne yapması gerektiğini düşündü. “Yarın mutlaka gelirim. Birlikte oturup sohbet ederiz ya da birlikte yemek yaparız. Sonra da istersen poker oynarız.”

      Kurt Wallander kötü bir oyuncu olmasına rağmen bunun babasını yumuşatacağını biliyordu. “Yedide gelirim,” diye söz verdi. Sonra Ystad’a döndü.

      Saat sekize beş kala, iki saat önce binadan çıkarken geçmiş olduğu kapılardan geçiyordu. Ebba onu başıyla selamladı. “Rydberg kantinde,” dedi.

      Orada bir fincan kahveye eğilmiş oturuyordu. Kurt Wallander onun yüzünü görünce kendisini kötü bir şeylerin beklediğini anladı.

      4

      Kurt Wallander ve Rydberg kantinde yalnızlardı. Dışarıdan, hapsedilmiş olmasına şiddetle itiraz eden bir sarhoşun sesi geliyordu. Bunun dışında ortalık sakindi. Bir tek kaloriferlerin sessiz zırıltısı duyuluyordu. Kurt Wallander, Rydberg’in karşısına oturdu.

      “Paltonu çıkarsana,” dedi Rydberg. “Yoksa rüzgâra çıkınca yine üşütürsün.”

      “Önce bana diyeceklerini duymak istiyorum. Daha sonra da paltomu çıkarıp çıkarmamam gerektiğine karar verebilirim.”

      Rydberg omuzlarını silkti.

      “Kadın öldü,” dedi.

      “Bunu anladım zaten.”

      “Ama ölmeden önce az da olsa kendine geldi.”

      “Bir şey söyledi mi?”

      “Söyledi dersem abartmış olurum. Fısıldadı. Ya da en azından hırıldadı.”

      “Kaydedebildin mi bari?”

      Rydberg başıyla hayır işareti yaptı.

      “Mümkün değildi,” diye yanıtladı. “Ne demek istediğini anlamak neredeyse imkânsızdı. Çoğu zaten saçma sapan şeylerdi. Anladığım her şeyi yazdım.”

      “Kocasının adını söyledi,” diye başladı Rydberg. “Sanırım onun durumunu öğrenmeye çalıştı. Sonra anlamadığım bir şeyler mırıldandı. Sonra da ben soru sormaya çalıştım: Size gece kim saldırdı? Saldırganları tanıyor muydunuz? Onları gördünüz mü? Bunları sordum. Soruları kadın kendinde olduğu sürece tekrarladım. Eminim ki ne dediğimi anladı.”

      “E, peki ne yanıt verdi?”

      “Sadece bir sözcüğü anlayabildim. ‘Yabancı.’”

      “Yabancı?”

      “Aynen öyle. Yabancı.”

      “Kendisini ve kocasını hırpalamış olanların yabancı olduklarını mı söylemek istedi?”

      Rydberg başıyla onayladı.

      “Emin misin?”

      “Emin olmadığım şey için emin olduğumu söyler miyim hiç?”

      “Hayır.”

      “Ee, o halde. Böylece kadının bu dünyaya son mesajının yabancı sözcüğü olduğunu biliyoruz. Bu çılgınlığı kimin yaptığı sorusu üzerine yanıt olarak tabii.”

      Wallander paltosunu çıkardı ve kendine bir fincan kahve aldı.

      “Kahretsin, kadın bunu nasıl fark etmiş olabilir ki?” diye söylendi.

      “Ben de burada oturup sen gelene kadar bunu düşündüm,” diye yanıtladı Rydberg. “Belki de İsveçliye benzemiyorlardı. Başka bir dilde de konuşmuş olabilirler. Ya da başka bir ülkenin aksanıyla konuşuyorlardı. Bir sürü olasılık söz konusu.”

      “İsveçli olmayan biri neye benzer ki?” diye sordu Wallander.

      “Ne demek istediğimi biliyorsun,” diye yanıtladı Rydberg. “Belki şöyle demek daha doğru olur: Kadının ne sanıp düşündüğünü sadece tahmin edebiliriz.”

      “Yani bu yanlış bir tahmin ya da hayal de olabilir.”

      Rydberg başıyla onayladı.

      “Evet, bu mümkün.”

      “Ama çok da mümkün değil.”

      “Neden yaşamının son anlarını gerçeğe aykırı konuşmaya harcasın ki? Yaşlı insanlar normalde yalan söylemezler.” Kurt Wallander ılık kahveden bir yudum aldı.

      “Bu da demek oluyor ki, bir ya da birkaç yabancıyı soruşturmakla işe başlayacağız. Kadının başka bir şey söylemiş olmasını çok isterdim.”

      “Bu gerçekten son derece rahatsız edici.”

      Bir süre konuşmadan oturdular, ikisi de kendi düşüncelerine dalmıştı.

      Koridordaki sarhoşun sesi artık duyulmuyordu.

      Saat dokuza on dokuz vardı.

      “Aklın alıyor mu?” dedi Kurt Wallander bir süre sonra. “Lenarp katillerinin peşine düşen polisin elindeki tek ipucu, saldırganların büyük olasılıkla yabancı oldukları.”

      “Ben daha kötüsünü düşünebiliyorum.”

      Kurt Wallander onun ne demek istediğini çok iyi biliyordu.

      Lenarp’ın yirmi kilometre uzağında ülkeye iltica etmek isteyen göçmenlerin barındığı büyük bir kamp vardı. Bu kamp pek çok kez yabancı düşmanlarının saldırılarına hedef olmuştu. Çoğu kez alanın önünde kuklalar yakılmış, pencereler taşlarla kırılmış, duvarlara sloganlar yazılmıştı. Bu kamp, çevre köylerin şiddetli itirazlarına rağmen eski Hageholm arazisine kurulmuştu. Protestolar da hiç durmamıştı.

      Yabancı