vurdu. Hâlâ açan yoktu.
Birinin avludan gelip yanına yaklaştığını duymadı ama hissetti. Hızla döndü.
Bir adam ondan yaklaşık bir metre kadar ötede duruyordu. Kıpırdamadan gözlerini yüzüne dikmiş bakıyordu. Adamın alnında yara izi olduğunu gördü. Birden kendini çok huzursuz hissetti.
Bu adam nereden çıkmıştı? Avlu taşlı olduğu hâlde neden ayak seslerini duymamıştı? Acaba saldıracak mıydı?
Adama doğru bir adım atarak sakin bir sesle konuşmaya çalıştı.
“Sizi rahatsız etmedim, umarım,” dedi. “Ben emlakçıyım ve yolumu kaybettim. Gideceğim yerin adresini sormak istiyordum.”
Adam cevap vermedi.
Belki İsveçli değil, diye geçirdi içinden. Belki onun söylediklerini anlamamıştı. Adamın dış görünüşünde yabancı olduğunu hissettiren bir tavır vardı.
Birden bir an önce oradan uzaklaşması gerektiğini hissetti. Karşısında duran bu hareketsiz adam ve onun buz gibi bakışlarından ürkmüştü.
“Sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim,” dedi. “Rahatsız ettiğim için özür dilerim.”
Yürümeye başladı ama bir iki adım attıktan sonra durdu. Adam bir anda canlandı. Ceketinin cebinden bir şey çıkardı. Louise önce bunun ne olduğunu göremedi. Sonra tabanca olduğunu fark etti.
Adam tabancayı yavaşça kaldırdı ve namluyu Louise’in başına doğrulttu.
Aman Tanrım, diye geçirdi içinden Louise.
Aman Tanrım, lütfen bana yardım et. Bu adam beni öldürecek. Tanrım, lütfen, lütfen bana yardım et.
24 Nisan 1992 günü öğleden sonra dörde çeyrek vardı.
2
27 Nisan Pazartesi sabahı Komiser Kurt Wallander, Ystad emniyetine geldiğinde öfkeliydi. En son ne zaman bu denli öfkeli olduğunu hatırlayamıyordu. Sabah tıraş olurken yüzünü kesmesi de zaten sinirli olan komiseri iyice çileden çıkarmıştı.
Kendisine günaydın diyen çalışma arkadaşlarına homurdanarak karşılık verdi. Odasına girer girmez kapıyı hızla kapattı, telefonu fişten çekti ve koltuğuna oturarak camdan dışarı bakmaya başladı.
Kurt Wallander kırk dört yaşındaydı. Çok başarılı, inatçı ve zeki bir polis olarak tanınırdı. O sabah kendini hem çok öfkeli hem de huzursuz hissediyordu. Hiç hatırlamak istemeyeceği bir pazar günü geçirmişti.
Öfkeli olmasının nedenlerinden biri Löderup’un dışında tek başına yaşayan babasıydı. Babasıyla her zaman sorunlu bir ilişkisi olmuştu. İlişkileri yıllar içersinde de düzelmemişti. Üstelik kendisinin de fark ettiği gibi her geçen gün babasına daha çok benziyordu. Acaba babası gibi asık suratlı, ne yapacağı önceden kestirilemeyen biri mi olacaktı yaşlanınca?
Pazar günü öğleden sonra Kurt Wallander yine her zamanki gibi babasını görmeye gitmişti. Ilık bahar güneşinin altında verandada kahve içip kâğıt oynamışlardı. Birdenbire babası evlenmeye karar verdiğini açıklamıştı. Kurt Wallander önce yanlış duyduğunu sanmıştı.
“Hayır,” demişti. “Benim evlenmeye niyetim yok.”
“Ben senden söz etmiyorum ki,” diye karşılık vermişti babası. “Evlenmeye karar veren benim.”
Kurt Wallander babasına şaşkınlıkla bakmıştı. “Seksen yaşındasın. Bu yaşta evlenilir mi?”
“Ölmedim daha,” diye üstelemişti babası öfkeyle. “İstediğim her şeyi yapabilirim. Kiminle evleneceğimi sormayacak mısın?”
Kurt Wallander kiminle evleneceğini sordu.
“Kendin bul. Polislerin sonuca ulaşmak için çaba gösterdiklerini sanırdım?”
“Sen yaşıtın hiç kimseyi tanımıyorsun ki.”
“Tanıdığım biri var,” demişti babası. “Ayrıca yaşıtımla evlenmem gerektiğini kim söylüyor ki?”
Kurt Wallander birden yalnızca tek bir olasılık olduğunu fark etmişti: Haftada üç kez gelip babasının ayaklarını yıkayan ve evi temizleyen elli yaşındaki Gertrud Anderson’dan başkası olamazdı.
“Gertrud’la mı evleneceksin?” diye sormuştu. “Ona evlenmek isteyip istemediğini sordun mu? Aranızda otuz yaş fark var. Başka biriyle yaşayabilecek misin? Bunu hiçbir zaman başaramadın ki. Annemle bile olmadı.”
“Yaşlılığımda huyum da değişti, artık iyi huylu biri oldum,” diye karşılık vermişti babası.
Kurt Wallander kulaklarına inanamamıştı. Babası evlenecekti, ha? Yaşlılığında daha iyi huylu olmuştu? Bu mümkün müydü?
Sonra da kavga etmeye başlamışlardı. Sonunda babası kahve fincanını lalelerin üstüne fırlatmış ve kendini resim stüdyosuna kapatmıştı. Yıllardan beri hep aynı resmi yapar dururdu; sonbahar manzarasında gün batımını resmederdi. Ara sıra da bu manzaraya bir horoz eklerdi. Kurt Wallander öfkeyle evine dönmüştü. Bu saçmalıklara bir nokta koymalıydı. Babasının yanında bir yıldan beri çalışan Gertrud Anderson, onunla yaşamanın olanaksız olduğunu nasıl olmuş da görememişti?
Arabasını evine oldukça yakın bir yere park etti. Eve gider gitmez Stockholm’de yaşayan kız kardeşi Kristina’yı aramaya karar vermişti. Ona mutlaka bir an önce Skåne’ye gelmesini söyleyecekti. Aslında hiç kimse babasının kararını değiştiremezdi. Ama belki Gertrud Anderson gerçekleri görür ve evlenmekten vazgeçerdi.
Kız kardeşini arayamadı. En üst kattaki dairesine vardığında kapının kırık olduğunu gördü. Birkaç dakika sonra hırsızların daha yeni aldığı müzik setini, CD’lerini, plaklarını, televizyonu, radyoyu, saatlerini ve kamerasını çaldıklarını fark etti. Ne yapması gerektiğini düşünerek kendini bir koltuğa atıp bir süre oturdu. Sonunda iş yerine telefon ederek o pazar günü nöbette olan Martinson’la konuşmak istediğini söyledi santrale.
Martinson’un telefona gelmesi bir hayli uzun sürmüştü. Wallander onun kahve içip diğer nöbetçi polislerle sohbet ettiğini tahmin etmişti.
“Ben Martinson. Size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Ben Wallander. Kıçını kaldırıp buraya gel hemen.”
“Nereye? Odana mı? Bugün çalıştığını bilmiyordum.”
“Evdeyim. Derhâl buraya gel.”
Martinson sonunda konunun önemini fark etmişti. Daha fazla soru sormadan, “Peki,” demişti. “Hemen geliyorum.”
Pazar gününün geri kalan bölümü ise dairenin teknik açıdan aranması ve rapor yazılmasıyla geçmişti. Wallander’in zaman zaman birlikte çalıştığı Martinson, bazen alabildiğine dikkatsiz ve düşüncesizce hareket eden biriydi ama Wallander yine de onunla çalışmaktan hoşlanırdı. Bu da onun şaşırtıcı derece kuvvetli olan sezgilerinden kaynaklanıyordu. Martinson’la diğer polis, işlerini bitirip gittikten sonra Wallander kapıyı tamir etmişti.
Gece bir türlü uyuyamamış ve hırsızları yakalayacak olursa onları nasıl benzeteceğini düşünüp durmuştu. Çalınan eşyalarını düşünerek kendisine daha fazla işkence yapmak istemediğinden bu kez de babasının ne yapacağını, evlenmesine nasıl engel olacağını düşünmeye başlamıştı. Şafakla birlikte kalkarak kahve yapmış ve evinin sigorta poliçesini alarak mutfaktaki masaya oturup poliçeyi incelemeye koyulmuştu. Sigorta şirketinin kullandığı anlaşılmaz dilin karşısında kâğıtları öfkeyle bir kenara fırlatarak banyoya tıraş olmaya gitmişti.