canlı bulamayacağından artık emindi. Elinde cinayetin işlendiği yere ilişkin ne bir delil ne de kurban vardı ama yine de bir cinayet işlendiğinden emindi.
İki küçük kızın fotoğrafı bir türlü gözünün önünden gitmiyordu. Açıklanması olanaksız bir şeyi nasıl açıklayabilirim, diye düşündü. Robert Åkerblom ileride kendisini iki küçük çocukla bırakan tanrısına nasıl dua edebilecekti?
Kurt Wallander, Skurup’taki Sparbanken’de, geçen cuma günü emlak kredisi konusunda Louise Åkerblom’a yardım eden müdür yardımcısının dişçiden dönmesini bekliyordu. Bankaya on beş dakika önce gelen Wallander, daha önce bir kez karşılaştığı banka müdürü Gustav Halldén’le bir süre konuşmuş ve bu konudan kimseye söz etmemesini rica etmişti.
“Hem zaten, ciddi bir şey olduğunu da sanmıyoruz,” diye açıkladı Wallander.
“Anlıyorum,” dedi Halldén. “Sıradan bir şey olduğunu düşünüyorsunuz.”
Wallander başını sallayarak onayladı. Aynen böyleydi işte. Düşünce ve bilgi sınırlanınca insan başka nasıl düşünebilirdi?
Düşünceleri yanına yaklaşan biri tarafından kesildi.
“Benimle konuşmak istemişsiniz,” dedi bir erkek sesi arkasından.
Wallander döndü.
“Müdür Yardımcısı Moberg, siz misiniz?”
Adam evet dercesine başını salladı. Gençti, Wallander’in kafasındaki müdür yardımcısı profiline göreyse çocuk sayılacak yaştaydı. Ama Wallander ’in dikkatini ânında çeken başka bir şey vardı bu genç adamda. Yanaklarından biri gözle görülür derecede şişmişti.
“Konuşurken hâlâ zorlanıyorum,” diye geveledi Moberg.
Wallander adamın söylediklerini anlayamamıştı.
“Biraz beklesek daha iyi olacak,” dedi Moberg. “Uyuşturucunun etkisinin geçmesini beklemeliyiz.”
“Yine de deneyelim,” dedi Wallander. “Fazla zamanım yok. Tabii konuşurken canınız çok yanmıyorsa, demek istiyorum.”
Moberg başını iki yana sallayarak, arka taraftaki küçük toplantı odasına doğru yürüdü.
“İşte tam buradaydık,” diye açıkladı müdür yardımcısı. “Louise Åkerblom’un oturduğu sandalyede oturuyorsunuz. Halldén onun hakkında konuşmak istediğinizi söyledi. Kayıp mı?”
“Kayıp olduğu bildirildi,” dedi Wallander. “Bana kalırsa akrabalarını görmeye gitmiş ve eve haber vermeyi unutmuştur.”
Moberg’in şiş yüzünden bile bu sözlere kuşkuyla yaklaştığı anlaşılıyordu. İyi, diye geçirdi içinden Wallander. Eğer ortada bir kayıp varsa vardır. Hiç kimse yarı kayıp olamaz.
Müdür yardımcısı, masanın üstündeki sürahiden bardağına su doldururken, “Ne öğrenmek istiyorsunuz?” diye sordu.
“Geçen cuma günü öğleden sonra olanları öğrenmek istiyorum,” diye yanıtladı Wallander. “Tüm ayrıntılarıyla. Saat kaçta, ne dedi, ne yaptı? Ayrıca evi satan ve alan kişilerin de adlarını istiyorum, onlarla da görüşmem gerekebilir. Louise Åkerblom’u daha önceden tanır mıydınız?”
“Onunla defalarca karşılaştım,” diye cevapladı Moberg. “Dört alım satım işlemini birlikte yaptık.”
“Bana geçen cuma gününden söz edin.”
Müdür yardımcısı ceketinin iç cebinden not defterini çıkardı.
“Randevumuz ikiyi çeyrek geçeydi,” dedi. “Louise Åkerblom toplantı saatinden birkaç dakika önce geldi. Havanın güzelliğinden söz ettik.”
“Gergin ya da endişeli bir hâli var mıydı?” diye sordu Wallander.
Moberg cevap vermeden kısa bir süre düşündü. “Hayır,” dedi. “Aksine çok mutlu görünüyordu. Daha önce onun genellikle sinirli biri olduğunu düşünürdüm ama cuma günü kesinlikle öyle değildi.”
Wallander başını sallayarak anlatmayı sürdürmesini belirtti.
“Daha sonra da müşteriler geldi. Nilson adında genç bir çift. Sövde’de ölen mal sahibinin temsilcisi… Bu toplantı odasında oturduk ve tüm işlemi gözden geçirdik. Alışılmışın dışında bir şey yoktu. Tüm evrak ve belgeler yasalara uygundu. Tapu, ipotek senedi, borç formları… İşlemler fazla sürmedi. Ayrılırken herhâlde birbirimize iyi hafta sonları dilemişizdir ama bunu tam olarak hatırlayamıyorum.”
“Louise Åkerblom telaşlı mıydı?” diye sordu Wallander.
Müdür yardımcısı bir an için düşündü.
“Olabilir,” dedi. “Evet, galiba. Emin değilim. Ama emin olduğum başka bir şey var.”
“Ne?”
“Doğruca arabasına gitmedi.”
Moberg küçük park alanına bakan pencereyi işaret etti.
“Bu park alanı banka müşterilerine ayrılmıştır,” diye sürdürdü konuşmasını müdür yardımcısı. “Geldiğinde arabasını oraya park ettiğini görmüştüm. Bankadan ayrıldığında ben hâlâ bu odada telefonla konuşuyordum. Buradan her şeyi görebiliyorum. Arabasına bindiğinde eğer yanlış hatırlamıyorsam elinde bir torba vardı. Evrak çantasının dışında, demek istiyorum.”
“Torba mı?” diye sordu Wallander. “Neye benziyordu?”
Moberg omuz silkti.
“Torba neye benzer ki?” dedi müdür yardımcısı. “Plastik değildi, kâğıttı galiba.”
“Sonra da arabasına binip gitti, öyle mi?”
“Gitmeden önce arabasından telefon etti.”
Kocasına, diye geçirdi içinden Wallander. Şimdiye değin her şey birbirine uyuyordu.
“O sırada saat üçü biraz geçiyordu,” dedi Moberg. “Üç buçukta başka bir toplantım daha vardı ve hazırlanmam gerekiyordu. Telefon konuşmam biraz uzun sürmüştü.”
“Ne zaman gittiğini görebildiniz mi?”
“Hayır, kendi odama dönmüştüm.”
“Demek onu son gördüğünüzde araba telefonundan konuşuyordu?”
Moberg evet dercesine başını salladı.
“Arabası ne markaydı?”
“Araba konusunda iyi olduğum söylenemez,” dedi müdür yardımcısı. “Ama koyu renkti. Galiba lacivertti.”
Wallander not defterini kapattı.
“Eğer aklınıza bir şey gelirse beni hemen arayın,” dedi. “Küçük bir ayrıntı bile çok önemli olabilir.”
Wallander alıcı ve satıcının adlarını ve telefon numaralarını yazdıktan sonra bankadan ayrıldı. Ön kapıdan dışarı çıktıktan sonra meydanda bir an durdu.
Kese kâğıdı, dedi kendi kendine. Fırıncılar kese kâğıdı kullanırlar.
Tren yoluna paralel yolda bir fırın olduğunu hatırladı. Karşıya geçerek sola döndü.
Tezgâhtaki genç kız cuma günü de orada çalışıyordu ama Wallander’in gösterdiği Louise Åkerblom’un resmine baktığında onu hatırlamadığını söyledi.
“Diğer fırına gitmiş olmalı,” dedi satıcı kız.
“O nerede?”
Genç kız