Tabii birinden ödünç bir pikap bulabilirsem.”
“Vah vah vah, çok korkunç.”
“Hayat bu işte. Ne istemiştin?”
“Burada bir adam var, sizinle görüşmek istiyormuş.”
“Ne hakkında görüşecekmiş?”
“Biri mi kaybolmuş, ne?”
Wallander masanın üstündeki kâğıt yığınına baktı. “Svedberg onunla neden ilgilenmiyor?”
“Svedberg ava çıktı.”
“Ne?”
“Buna tam olarak ne dediğinizi bilmiyorum ama Svedberg, Marsvinsholm’deki bir çiftlikten kaçan yavru bir boğanın peşinde. Boğa E14 karayolunda trafiği birbirine katıyormuş.”
“Bu trafik polislerinin işi. Neden bizim adamlarımızın bu konuyla ilgilenmesi gerekti ki?”
“Svedberg’i Björk görevlendirdi.”
“Aman Tanrım!”
“O hâlde onu yanına göndereyim mi? Kayıp ihbarında bulunan şu adamı?”
Wallander telefona bakarak başını evet dercesine salladı.
“Gönder,” dedi.
Birkaç dakika sonra kapısı o denli yumuşak bir şekilde vuruldu ki Wallander önce kapının vurulduğundan emin olamadı. Yine de, “Gir,” diye bağırdığında kapı hemen açıldı.
Wallander ilk izlenimin her zaman son derece önemli olduğuna inanan insanlardandı.
Odasından içeri giren adam hiç de öyle hemen dikkatleri üstüne çekebilecek biri değildi. Wallander onun otuz beş yaşlarında olabileceğini tahmin etti. Adamın üstünde koyu kahverengi bir takım elbise vardı, saçları sarıydı ve gözlük takıyordu.
Dikkatini bir şey daha çekmişti.
Adam oldukça endişeliydi. Geceyi uykusuz geçiren bir tek Wallander değildi demek.
Ayağa kalkarak elini uzattı.
“Kurt Wallander, komiser.”
“Adım Robert Åkerblom,” dedi adam. “Karım kayboldu.”
Wallander adamın hemen konuya girmesine şaşırmıştı.
“Başından başlayalım,” dedi. “Lütfen oturun. Koltuk biraz eski, sol kolu sürekli düşüyor, kusura bakmayın.”
Adam koltuğa oturdu. Oturur oturmaz da hıçkırarak ağlamaya başladı.
Wallander ayakta bekledi.
Ziyaretçi koltuğunda oturan adam birkaç dakika sonra sakinleşti. Gözlerini kuruladı, burnunu sildi.
“Özür dilerim,” dedi. “Louise’in başına bir şey gelmiş olmalı. Bugüne dek geceyi hiç dışarıda geçirmedi.”
“Kahve içer misiniz?” diye sordu Wallander. “İsterseniz yiyecek bir şeyler de getirtebilirim.”
“Hayır, teşekkür ederim.”
Wallander başını sallayarak masasının çekmecelerinden birini açıp not defterini çıkardı. Kentteki kırtasiyecilerden birinden kendi parasıyla aldığı not defterlerini kullanırdı. Emniyetin antetli kâğıtlarını kullanmaktan hiç hoşlanmazdı.
“Kişisel bilgilerinizi anlatmakla başlayın,” dedi Wallander.
“Benim adım Robert Åkerblom,” dedi adam. “Karımla birlikte Åkerblom Emlak Şirketi’ni yönetiyorum.”
Wallander yazarken bir yandan da başını evet dercesine salladı. Emlak şirketlerinin Saga sinemasına yakın bir yerde olduğunu biliyordu.
“İki çocuğumuz var,” diye sürdürdü konuşmasını Robert Åkerblom. “Biri dört, diğeri yedi yaşında. İkisi de kız. Åkarvägen’deki sıra evlerden 19 numarada oturuyoruz. Ben bu kasabada doğdum. Karım Ronneby’li.”
Konuşmasına ara vererek, ceketinin iç cebinden bir fotoğraf çıkarıp masanın üstüne koydu. Fotoğraftaki bir kadındı, kadının diğer kadınlardan bir farkı yoktu. Fotoğrafı çeken kişiye gülümsemişti, Wallander fotoğrafın bir fotoğraf stüdyosunda çekildiğini fark etti. Fotoğraftaki yüzü inceledi.
“Bu fotoğraf üç ay önce çekildi,” dedi Robert Åkerblom. “Yeni çekildiği için getirdim buraya.”
“Ve karınız kayboldu, değil mi?” diye sordu Wallander.
“Geçen cuma, bir emlak kredisi işi için Skurup’taki Sparbanken’e gitmişti. Daha sonra da birinin satmak istediği evi görmeye gidecekti. O gün tüm öğleden sonrayı muhasebecimizin bürosunda geçirdim. Eve gitmeden önce de bizim şirkete uğradım. Karım saat beş civarında evde olacağını bildiren bir mesaj bırakmıştı telesekretere. Aradığında saatin üçü çeyrek geçtiğini söylemiş. O andan beri de ondan bir haber alamadık.”
Wallander kaşlarını çattı. Pazartesiydi. Kadın üç günden beri ortada yoktu. İki küçük çocuğu üç gün boyunca annelerinin eve dönmesini beklemişti.
Wallander içgüdüsel bir şekilde bunun sıradan bir kaybolma olayı olmadığını hissetti. Ortadan kaybolan kişilerin genellikle bir süre sonra kaybolma nedenleriyle birlikte geri geldiklerini deneyimlerinden bilirdi. İnsanların birkaç günlüğüne, hatta bir haftalığına bir yerlere gittikleri ve bunu yakınlarına söylemeyi unuttukları bilinen bir gerçekti. Öte yandan çok az kadının çocuklarını bırakıp bir yerlere gittiği de bilinen bir diğer gerçekti. İşte bu, onu endişelendirmişti.
Not defterine bir şeyler yazdı.
“Telesekretere bıraktığı mesaj duruyor mu?” diye sordu.
“Evet,” dedi Robert Åkerblom. “Telesekreterin kasetini getirmeyi akıl edemedim.”
“Önemli değil, onu daha sonra alırız,” dedi Wallander. “Nereden aradığı belli mi?”
“Araba telefonundan.”
Wallander kalemini masanın üstüne koydu ve ziyaretçi koltuğunda oturan adamı incelemeye başladı. Endişeli tavırlarında yapmacık bir ifade kesinlikle yoktu.
“Bir yerlere gitmiş olabilir mi?” diye sordu Wallander.
“Hayır.”
“Arkadaşlarını görmeye gitmiş olabilir mi?”
“Hayır.”
“Akrabalarını?”
“Hayır.”
“Başka herhangi bir olasılık aklınıza geliyor mu?”
“Hayır.”
“Umarım özel bir iki soru sormam sorun olmaz.”
“Hiç kavga etmezdik. Eğer öğrenmek istediğiniz buysa.”
Wallander başını evet dercesine salladı.
“Evet, ben de bunu soracaktım,” dedi.
Yeniden başladı.
“Karınızın geçen cuma günü öğleden sonra ortadan kaybolduğunu söylediniz. Ama bize gelmek için üç gün beklediniz.”
“Çok korkmuştum,” dedi Robert Åkerblom.
Wallander şaşkınlıkla ona baktı.
“Polise gitmek başına korkunç bir şey geldiğini kabul etmek demektir,” diye sürdürdü konuşmasını Robert Åkerblom. “İşte bu yüzden buraya gelmeye cesaret edemedim.”
Wallander başını yavaşça salladı. Robert Åkerblom’un ne demek istediğini çok iyi anlıyordu.
“Tabii