Biraz dikkatli davranmanın bir zararı olmaz. Sonra onu buraya getireceğiz. Ve oturup onunla konuşmaya başlayacağım.”
“İki adam az değil mi?” dedi Björk. “Bir de polis arabasının hazırda beklemesi gerekmez mi?”
Wallander karşı çıkmadan kabul etti.
“Malmö’deki meslektaşlarımızla konuştum,” diye sürdürdü konuşmasını Björk. “İhtiyacımız olan tüm yardımı alacağız. Ortaya çıktığında pasaport polisinin size nasıl işaret vereceğini aranızda kararlaştırın.”
Wallander saatine baktı. “Eğer hepsi bu kadarsa yola koyulsak iyi olacak,” dedi Wallander. “Gecikmeden Malmö’de olmalıyız.”
“Uçak yirmi dört saate kadar rötar yapabilir,” dedi Svedberg. “Ben bunu kontrol edinceye kadar bekleyin.”
Svedberg on beş dakika sonra Las Palmas’tan gelecek olan uçağın Kastrup Havaalanı’na dokuzu yirmi geçe inmesinin beklendiğini öğrendi. “Uçak kalkmış, yolda,” dedi Svedberg. “Ve rüzgâr da arkadan esiyormuş.”
Hemen Malmö’ye gitmek üzere arabalarına bindiler, oradaki meslektaşlarıyla görüşerek iş bölümü yaptılar. Wallander kulağı delik bir polis olarak tanınan Engman’la birlikte hava yastıklı tekne terminaline gidecekti. Engman, Wallander’in uzun yıllar birlikte çalıştığı Näslund adlı polis memurunun yerine gelmişti. Näslund Gotland adasındandı ve adadaki polis teşkilatında işe başlamak için kadronun açılmasını beklerken Visby’de bir kadro boşalmış ve hemen orada işe başlamıştı. Wallander onu, özellikle de esprilerini özlemişti. Martinson’la başka bir polis Limhamn’da nöbet tutuyordu ve Svedberg de deniz otobüsleri terminalinde bekliyordu. Birbirleriyle telsizle bağlantı kuruyorlardı. Saat dokuz buçukta tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Wallander hem kendisi hem de terminaldeki meslektaşları için kahve aldırdı.
“Bu yakalayacağım ilk katil olacak,” dedi Engman.
“Onun katil olup olmadığını bilmiyoruz,” dedi Wallander. “Bu ülkede suçlu olduğun kanıtlanıncaya değin suçsuzsun, biliyorsun. Bunu asla unutma.”
Sesindeki eleştiri dolu ton hoşuna gitmemişti. Engman’ın gönlünü almak için olumlu bir şeyler söylemenin iyi olacağını düşündü ama aklına hiçbir şey gelmedi.
Saat on buçukta Svedberg’le meslektaşı deniz otobüsleri terminalinde sıradan bir gözaltı gerçekleştirdiler. Stig Gustafson kısa boylu, zayıf, saçları dökülmeye başlamış bir adamdı. Svedberg cinayetten söz etmiş, kelepçeleri takmış ve Ystad’a götürüleceğini söylemişti.
“Neden söz ettiğinizi anlamıyorum,” dedi Stig Gustafson. “Beni neden kelepçelediniz? Beni neden Ystad’a götürüyorsunuz? Ben kimi öldürmüşüm?”
Svedberg adamın gerçekten de şaşırdığını fark etti. Birden deniz mühendisi Gustafson’un masum olabileceği geldi aklına.
On ikiye on kala Wallander, Ystad polis merkezinde Gustafson’un karşısında oturuyordu. Savcı Per Åkeson’a da gözaltı haberi verilmişti. Sorgulamaya Stig Gustafson’a kahve içmek isteyip istemediğini sorarak başladı.
“Hayır,” dedi. “Evime gitmek istiyorum. Ve buraya neden getirildiğimi öğrenmek istiyorum.”
“Sizinle konuşmak istiyorum,” dedi Wallander. “Ve verdiğiniz yanıtlara göre eve gidip gitmemenize karar vereceğiz.”
En başından başladı. Gustafson’un kişisel bilgilerini yazdı, ikinci adının Emil olduğunu ve Landskrona’da doğduğunu öğrendi. Adam bir hayli tedirgin olmuştu, Wallander adamın saç diplerinin ter içinde kaldığını gördü. Fakat bunun bir anlama gelmediğini biliyordu. Polis fobisi, yılan fobisi kadar gerçekti.
Sonra da gerçek sorgulama başladı. Wallander adamın nasıl bir tepki göstereceğini görmek için hemen konuya girdi.
“Çok korkunç bir cinayet hakkında bilgi vermek için buraya getirildin,” dedi. “Louise Åkerblom cinayeti.”
Wallander adamın kaskatı kesildiğini gördü. Cesedin acaba bu kadar çabuk bulunmasına mı şaştı, diye geçirdi içinden Wallander. Yoksa gerçekten bir şok mu yaşıyordu?
“Louise Åkerblom geçen cuma günü kayboldu,” diye sürdürdü konuşmasını. “Cesedi birkaç gün önce bulundu. Büyük bir olasılıkla cuma günü akşama doğru öldürüldü. Bu konuda ne söyleyeceksin?”
“Benim tanıdığım Louise Åkerblom’dan mı söz ediyorsunuz?” diye sordu Gustafson.
Wallander adamın korktuğunu fark etti. “Evet,” dedi. “Metodist kilisesinden tanıdığın Louise Åkerblom’dan söz ediyoruz.”
“Öldürüldü mü?”
“Evet.”
“Bu çok korkunç!”
Wallander birden midesinde bir sancı hissetti, ortada yanlış bir şeyler vardı. Stif Gustafson’un şaşkınlığı tamamen gerçek görünüyordu. Wallander deneyimlerinden en korkunç cinayetleri işleyen katillerin oldukça inandırıcı bir şekilde masum rolünü oynadıklarını çok iyi bilirdi. Ama yine de midesindeki o garip sancıyı hissediyordu. Yoksa en başından beri izledikleri yol yanlış mıydı?
“Geçen cuma günü ne yaptığını öğrenmek istiyorum,” dedi Wallander. “Anlatmaya öğleden sonradan başla.”
Aldığı cevap Wallander’i çok şaşırttı.
“Emniyet müdürlüğündeydim,” dedi Gustafson.
“Emniyette mi?”
“Evet. Malmö Emniyet Müdürlüğü’nde. Ertesi gün Las Palmas’a uçacaktım ve birden pasaportumun süresinin dolmuş olduğunu fark ettim. Malmö’deki pasaport dairesinde yeni pasaportumu alıyordum. Oraya gittiğimde çalışma saati sona ermişti ama memurların hepsi çok kibar insanlardı. Bana yardımcı oldular. Yeni pasaportumu saat dörtte aldım.”
Wallander o anda yüreğinin derinliklerinden Stig Gustafson’un masum olduğunu hissetti. Buna karşın yine de onu serbest bırakmak istemiyordu. Bu cinayeti mümkün olabilecek en kısa zamanda çözme niyetindeydi. Hem zaten sorgulamayı duygularıyla yapması görevini yerine getirmemek anlamına gelirdi.
“Arabamı tren istasyonuna park etmiştim,” diye ekledi Gustafson. “Sonra da bir bira içmek için bara gittim.”
“Geçen cuma günü öğleden sonra saat dört civarında barda olduğunu kanıtlayacak biri var mı?” diye sordu Wallander.
Stig Gustafson bir an düşündü. “Bilmiyorum,” dedi sonunda. “Barda tek başıma oturdum. Belki de barmenlerden biri beni hatırlar. Öyle çok sık bara gitmem ben. Yani düzenli bir müşteri değilim.”
“Barda ne kadar kaldın?” diye sordu Wallander.
“Bir saat galiba. Fazla değil.”
“Beş buçuğa kadar? Öyle mi?”
“Sanırım. Kapandıktan sonra tekele gitmeyi düşünmüştüm.”
“Hangisine?”
“NK mağazasının arkasındakine. Caddenin adını bilmiyorum.”
“Oraya gittin öyle mi?”
“Birkaç şişe bira almak için gittim, evet.”
“Orada olduğunu kanıtlayacak biri var mı?”
Stig Gustafson başını iki yana salladı. “Bana biraları satan adam kızıl sakallı biriydi,” dedi. “Belki dükkânın fişi hâlâ yanımdadır. Fişlerde tarih de vardır, değil mi?”
Wallander başını evet