sinirli olduğu gözden kaçmıyordu. Yerel gazetelerden biri olan Ystads Allehanda masada duruyordu. Holger Eriksson cinayeti ilk sayfada yer almıştı. Hiç olmazsa neden buraya geldiğimi biliyor, diye geçirdi içinden Wallander. Eriksson’la Gösta Runfeldt arasında bir bağ olmadığını kanıtlamaya geldiğimi biliyordur umarım.
“Gösta gitmeden önce bana bir not yazıp ne zaman döneceğini bildirmişti,” diye söze başladı Vanja Andersson. “Ama o notu bir türlü bulamadım. Onun için de seyahat acentesini aradım. Oradaki yetkili kişi bana Gösta’nın Kastrup Havaalanı’na gelmediğini söyledi.”
“Seyahat acentesinin adı ne?”
“Malmö’deki Özel Tur.”
“Kiminle konuştun?”
“Anita Lagergren’le.”
Wallander bu adı not etti.
“Ne zaman aradın?”
Andersson ona ne zaman aradığını söyledi.
“Anita Lagergren başka ne söyledi?”
“Gösta’nın yolculuğa çıkmadığını. Kastrup Havaalanı’na gelmediğini. Onlara verdiği telefonu aramış ama yanıt alamamışlar. Uçağı bir süre bekletmiş, sonra da gitmişler.”
“Bundan başka bir şey yapmamışlar mı?”
“Anita Lagergren, Gösta’ya yolculuk masraflarını geri ödemeyeceklerini bildiren bir mektup gönderdiklerini söyledi.”
Wallander, Vanja Andersson’un başka bir şey daha söyleyeceğini ama birden vazgeçtiğini gördü.
“Galiba bir şey söyleyecektin,” dedi.
“Tur çok pahalıymış,” dedi. “Anita Lagergren bana fiyatını söyleyince çok şaşırdım.”
“Ne kadarmış?”
“Yaklaşık otuz bin kron. Topu topu iki hafta için bu kadar para çok.”
Otuz bin kron Wallander için de büyük paraydı, karşı çıkmadı. Hayatında böylesine pahalı bir yolculuğa çıkmayı aklının ucundan bile geçiremezdi. Babasıyla birlikte Roma’da geçirdikleri bir hafta boyunca bu paranın ancak üçte birini harcamışlardı.
“Anlayamıyorum,” dedi Vanja Andersson. “Gösta bu şekilde davranan biri değildir.”
“Ne zamandan beri onun yanında çalışıyorsun?”
“On bir yıl oldu.”
“Burada çalışmaktan memnunsun demek, öyle mi?”
“Gösta çok iyi bir insandır. Çiçeklere âşıktır. Yalnızca orkidelere değil tüm çiçeklere.”
“Bu konuya daha sonra döneceğiz. Bana biraz ondan söz et şimdi. Nasıl biridir?”
Andersson bir an için susup düşündü.
“Düşünceli ve dostça bir insandır,” dedi. “Belki biraz alışılagelmişin dışında biri de diyebiliriz onun için. Köşesine çekilmiş, dünya işlerinden elini eteğini çekmiş biri.”
Wallander huzursuzca bu açıklamanın Holger Eriksson’a da uyabileceğini düşündü. Eriksson’un çok düşünceli biri olmadığı öne sürülmüş olsa da.
“Evli mi?”
“Dul”
“Çocukları var mı?”
“İki tane. İkisi de evli ve onların da çocukları var ama burada oturmuyorlar.”
“Kaç yaşında?”
“Kırk dokuz.”
Wallander notlarına baktı.
“Dul bir erkek,” dedi. “Karısı çok genç yaşta ölmüş olmalı. Kaza mı geçirmiş?
“Bilmiyorum. Gösta bu konuda pek konuşmaz ama galiba boğulmuş, öyle duymuştum.”
Wallander bu konuyla ilgili soru sormaktan vazgeçti. Gerekirse buna daha sonra yeniden dönerdi. Kalemini masaya koydu. Çiçeklerin kokusu içini bayıyordu.
“Bu konuda oldukça zaman harcamış olmalısın,” dedi. “Son birkaç saat içinde iki konu seni bir hayli endişelendirmiş olmalı. Bunlardan biri Gösta’nın neden Afrika’ya giden uçağa binmediği. Diğeriyse şu anda Nairobi’de olması gerekirken orada olmayışı. Peki ama nerede?”
Vanja Andersson evet dercesine başını salladı. Wallander, Andersson’un gözlerinin yaşardığını fark etti.
“Mutlaka başına bir şey gelmiş olmalı,” dedi. “Seyahat acentesiyle konuştuktan hemen sonra Gösta’nın evine gittim. Sokağın başında oturuyor. Çiçeklerini sulamam için bana yedek anahtarlarını vermişti. Yolculuğa çıktığını düşündüğüm için ilk hafta evine iki kez gittim, çiçeklerini suladım ve mektuplarını da masaya bıraktım. Az önce yine gittim. Evde değildi ve evine hiç gelmemişti.”
“Bunu nasıl anladın?”
“Anladım işte.”
“Peki, sence ne olmuş olabilir?”
“Hiçbir fikrim yok. Bu yolculuğa çıkmak için can atıyordu. Bu kış orkidelere ilişkin yazmaya başladığı kitabını bitirmeyi tasarlıyordu.”
Wallander yüreğindeki sıkıntının arttığını hissetti. İçinde bir yerlerde uyarıcı zil çalmaya başlamıştı bile. Bu sessiz alarmı çok iyi tanırdı. Not almak için kullandığı küçük kartları topladı.
“Gösta’nın evine gidip bakmak istiyorum,” dedi. “Sen de dükkânı yeniden açmalısın. Tüm bu olanların mantıklı bir açıklaması olduğundan eminim.”
Vanja Andersson bu sözlerin doğruluğunu anlamak istercesine Wallander’in gözlerinin içine dikkatle baktı ama aradığı güvenceyi bulamadı. Wallander’e Gösta’nın evinin anahtarlarını verdi. Gösta dükkânıyla aynı sokakta, kent merkezine bir blok daha yakında oturuyordu.
“Evi inceledikten sonra anahtarları geri getiririm,” dedi.
Dar sokağa çıktığında yaşlı bir çiftin park ettiği arabasının yanından güçlükle geçerek kaldırıma çıktığını gördü. Çift ona azarlarcasına baktı ama Wallander onları görmezden gelip yoluna devam etti.
Gösta’nın dairesi yüzyılın başında inşa edildiği anlaşılan bir binanın üçüncü katındaydı. Bina asansörlüydü ama Wallander basamakları çıkmayı yeğledi. Birkaç yıl önce oturduğu daireyi böyle bir daireyle takas etmeyi düşünmüştü. Oysa artık bir gün Maria Caddesi’ndeki evini satacak olursa bahçeli bir ev alacaktı. Baiba’nın mutlu olabileceği bir yer olacaktı bu. Belki bir de köpekleri olurdu.
Anahtarla kapıyı açıp Gösta Runfeldt’in dairesine girdi. Hayatımda kim bilir kaç kez yabancı birinin evine girdim, diye geçirdi içinden. Kapının eşiğinde durdu. Her evin kendine has bir havası, özelliği vardı. Yıllar boyunca Wallander evin sahibinin izlerini gözlemleme alışkanlığı kazanmıştı. Ağır adımlarla odaları dolaştı. Genellikle ilk izlenim her zaman en çok işe yarayan olurdu. Bu evde, bir sabah olması gereken yerde olmayan Gösta Runfeldt adında biri yaşıyordu. Wallander, Vanja Andersson’un söylediklerini düşündü. Runfeldt’in Afrika yolculuğuna çıkmak için can attığını söylemişti.
Wallander evin dört odasıyla mutfağını dolaştıktan sonra oturma odasının ortasında durdu. Ev büyük ve aydınlıktı. Nedense Runfeldt’in evini özensiz bir biçimde döşediğini hissediyordu. Kişiliği olan tek yer çalışma odasıydı. Bu odada insanı rahatsız etmeyen bir karışıklık vardı.