gitmediği kesindi.
Wallander yerinden kalkıp yatak odasına gitti. Tek kişilik ve dar olan yatak yapılmıştı. Yatağın yanında birkaç kitap duruyordu. Wallander kitapların isimlerine baktı. Hepsi de çiçekler ve bitkilerle ilgili kitaplardı. Yalnızca biri uluslararası para piyasasıyla ilgiliydi. Wallander eğilip yatağın altına baktı. Hiçbir şey yoktu. Dolabı açtı. Dolabın içindeki rafların birinde iki valiz vardı. Parmak uçlarında yükselerek valizleri yere indirdi. İkisi de boştu. Sonra bir sandalye almak için mutfağa gitti. Sandalyeye çıkıp dolabın en üst rafına baktı. Orada aradığını buldu. Bekâr erkeklerin evleri genellikle tozlu olurdu. Runfeldt’in evinde de bu kural bozulmamıştı. Tozların içindeki ana hatlar son derece belirgindi. Rafta üçüncü bir valiz daha olmalıydı. Aşağıya indirdiği iki valiz de eski ve birinin kilidi kırık olduğundan Wallander, Runfeldt’in eğer yolculuğa çıksaydı üçüncü valizi kullanacağını düşündü. Bu valiz evde bir yerlerde olabilirdi. Ceketini sandalyenin arkasına asıp tüm dolapları teker teker incelemeye koyuldu ama hiçbir şey bulamadı. Bir süre sonra da yeniden çalışma odasına döndü.
Runfeldt eğer yolculuğa çıkmışsa mutlaka pasaportunu da yanına almış olmalıydı. Wallander kilitli olmayan çekmeceleri teker teker aradı. Çekmecelerin birinde içinde kurutulmuş bitki koleksiyonu olan bir albüm gördü. Kapağını açtı. İçinde, Gösta Runfeldt 1955, yazıyordu. Bitkilere ve çiçeklere merakı demek okul yıllarında başlamıştı. Wallander kırk yıllık peygamber çiçeğine baktı. Rengi hâlâ solmamıştı. Aramayı sürdürdü. Pasaportu bulamadı. Kaşlarını çattı. Valiz ve pasaport yoktu. Biletleri de bulamamıştı. Çalışma odasından çıkarak oturma odasındaki koltuklardan birine geçip oturdu. Bazen yer değiştirmek düşünmesine yardımcı olurdu. Runfeldt’in evinden pasaportu, biletleri ve içi eşya dolu valiziyle ayrıldığına ilişkin birçok işaret vardı burada.
Düşünmeye başladı. Kopenhag’a giderken başına bir şey gelmiş olabilir miydi? Feribottan denize düşmüş olabilir miydi? Eğer düşseydi mutlaka valizi bulunurdu. Cebindeki not aldığı kartlardan birini çıkardı. Kartın üstüne dükkânın telefon numarasını yazmıştı. Telefon etmek için mutfağa gitti. Mutfağın penceresinden Ystad limanındaki forkliftleri görebiliyordu. Polonya’ya giden feribotlardan biri limandan kalkmıştı. Telefona Vanja Andersson yanıt verdi.
“Ben hâlâ evdeyim,” dedi Wallander. “Bir iki sorum var. Kopenhag’a nasıl gideceğini söylemiş miydi?”
Vanja Andersson hiç düşünmeden karşılık verdi.
“Her zaman Dragør ve Limhamn yoluyla gider.”
Hiç olmazsa bunu öğrenmişti.
“Kaç tane valizi olduğunu biliyor musun?”
“Hayır. Bilmeli miyim?”
Wallander bu soruyu daha farklı bir şekilde sorması gerektiğini fark etti.
“Nasıl valizler kullanır?”
“Genellikle çok valizle yolculuğa çıkmaz,” diye karşılık verdi Andersson. “Az eşyayla nasıl yolculuk edileceğini çok iyi bilir. Bir el çantası ve bir de büyükçe tekerlekli valizi yanına alır.”
“Ne renk?”
“Siyah.”
“Emin misin?”
“Evet, eminim. Birkaç kez onu karşılamaya gitmiştim. Tren istasyonundan ya da Sturup Havaalanı’ndan. Gösta hiçbir şeyi atmaz. Eğer yeni bir valiz satın alsaydı mutlaka haberim olurdu çünkü yaşamın ne denli pahalılaştığından şikâyet ederdi. Bazen son derece cimri biri olup çıkardı.”
Ne var ki Nairobi yolculuğu otuz bin kron, diye geçirdi içinden Wallander ve bu para sokağa atılmıştı. Bunu isteyerek yaptığını sanmıyorum. Vanja Andersson’a anahtarları yarım saat içinde geri getireceğini söyledi.
Telefonu kapadıktan sonra Andersson’un söylediklerini düşündü. Siyah valiz. Dolabın içindeki valizler griydi. El çantasını da görmemişti. Ayrıca bir de Runfeldt’in Limhamn yoluyla dünyaya açıldığını öğrenmişti. Pencerenin önünde durup karşıdaki evlerin çatılarına baktı. Polonya’ya giden feribot gözden kaybolmuştu.
Mantıklı değil, diye geçirdi içinden. Kaza geçirmiş olabilir ama bu bile kesin değil. En önemli konuyu iyice incelemek amacıyla bilinmeyen numaraları arayarak Limhamn ile Dragør arasında çalışan feribot hattının telefonunu istedi. Şansı yaver gidiyordu ve hiç zaman kaybetmeden santral memuru onu hemen feribotlarda unutulan eşyalardan sorumlu kişiye bağladı. Adam Danimarkalıydı. Wallander ona kim olduğunu açıkladıktan sonra siyah bir valizin unutulup unutulmadığını sordu. Unutulması gereken tarihi verdi. Sonra da beklemeye koyuldu. Birkaç dakika sonra da adının Mogensen olduğunu söyleyen Danimarkalının sesini duydu.
“Yok,” dedi.
Wallander düşünmeye çalıştı. Bir sorusu daha vardı.
“Feribotlarda insanlar kaybolabilir mi? Yani denize düşebilirler mi?”
“Pek sık değil,” diye karşılık verdi Mogensen. Wallander adamın sesinden onun ciddi olduğunu anlamıştı.
“Ama zaman zaman olabilir, değil mi?”
“Tüm feribotlarda böyle kazalar olabilir,” dedi Mogensen. “İnsanlar denize atlayarak intihar edebilir ya da sarhoş olup düşebilir. Bazıları güç denemesi yaparak dengelerini kanıtlamak amacıyla parmaklığın üstünde yürür ama bunlar pek sık olan olaylar değildir.”
“Denize düşen kurtulabilir mi?”
“Bazıları kıyıya yüzer,” diye karşılık verdi Mogensen. “Bazılarını da balıkçı tekneleri kurtarır. Çok azı boğulur.”
Wallander’in başka sorusu yoktu. Yardım ettiği için adama teşekkür ettikten sonra telefonu kapattı.
Elinde somut bir şeyler olmamakla birlikte yine de Runfeldt’in Kopenhag’a gitmediğinden emindi. Valizini hazırlamış, pasaportunu ve biletini alarak evinden çıkıp gitmişti. Sonra da kaybolmuştu.
Wallander çiçekçideki kan gölünü anımsadı. Bu ne anlama geliyordu? Belki de bunu daha başından yanlış değerlendirmişlerdi. Hırsızın içeri girmesi yanlışlık sonucu olmayabilirdi.
Olayları anlamaya çalışarak evde dolaştı. Mutfaktaki telefonun çalmasıyla birlikte yerinden sıçradı. Koşarak açtı. Hansson, Eriksson’un evinden arıyordu.
“Martinson, Runfeldt’in kaybolduğunu söyledi,” dedi.
“Burada olmadığı kesin,” diye karşılık verdi Wallander.
“Nerede olabileceğine ilişkin bir fikrin var mı?”
“Hayır yok. Bana kalırsa o yolculuğa çıkmaya kararlıydı ama bir şey onu engelledi.”
“Sence bir bağlantı olabilir mi?”
Wallander düşündü. Tam olarak neye inandığını kendisi de bilmiyordu.
“Bu olasılığı göz ardı edemeyiz,” dedi.
Çiftlik evinde işlerin nasıl gittiğini sordu ama Hansson’un söyleyecek fazla bir şeyi yoktu. Wallander telefonu kapattıktan sonra bir kez daha evi dolaştı. Görmesi gereken bir şey olduğuna ilişkin duygular vardı içinde. Sonunda pes etti. Koridorda duran postaya baktı. Seyahat acentesinden bir mektup gelmişti. Elektrik faturası ve Borås’taki bir firmadan gelen pakete ilişkin bir haber kâğıdı vardı. Bunun bedelinin postaneye ödenmesi gerekiyordu. Wallander kâğıdı cebine attı.
Vanja Andersson onu dükkânda bekliyordu. Wallander ona aklına önemli olduğunu düşündüğü bir şey gelirse mutlaka kendisini aramasını söyledi.