George Thomas Bettany

Charles Darwin


Скачать книгу

yüksek lisans yapmış biri kadar bilgiliydi ama tabii o zamanlar Britanya topraklarındaki hiçbir üniversite bunu yeterli görmüyordu. 242 ton ağırlığında, üç direkli yelkenli Beagle’la yaptığı unutulmaz yolculuğu, gemi daha yola çıkamadan şiddetli rüzgârlar nedeniyle iki kere limana geri döndüğünden gecikmeyle başlamıştı. En sonunda Beagle, 27 Aralık 1831 tarihinde Devonport29 limanından yola çıktı. Yolculuğun amacı Patagonya ve Tierra Del Fuego’da yapılan araştırmayı tamamlamak; Şili, Peru ve bazı Pasifik adaları kıyılarını araştırmak ve dünyanın çevresinde bir dizi kronometrik ölçüm yapmaktı.

      Profesör Henslow’un, genç öğrencisi Darwin’in kaydettiği ilerlemeyle ne kadar ilgili olduğu, 1835 yılında (1 Aralık) Cambridge Philosophical Society’nin (Cambridge Felsefe Topluluğu) üyelerine dağıtılması için mektuplarının bazı bölümlerini bastırmasında görülebilir. Bölümler bazı heyecan verici yerbilimsel gözlemler barındırdığından Profesör, basım öncesinde, 16 Ekim’de bu gözlemleri yüksek sesle topluluğa okumuştur. Sonraki satırlar, gezginin şahsına aittir ve alıntılanabilir. Darwin, 15 Ağustos 1832 tarihinde Montevideo’dayken30 şöyle yazmıştı: “Her bir omurgasız üzerinde inceleme yaparken ne kadar az zaman harcarsam o kadar çok omurgasız örneği toplayabilirim. Ama doğabilimciler için iki hayvanın kendine özgü şeklini ve rengini not etmemin, altı hayvanın görüldüğü tarihi ve zamanı not etmemden daha değerli olacağı kanaatine vardım.” İşte burada, daha sonra gelecek başarılarının kaynağı olan doğruluğu görüyoruz. 24 Kasım 1832 tarihinde yine Montevideo’dan şöyle yazmıştı: “Küçük kurbağaya gelirsek… Umuyorum ki keşfedilmemiştir, öyleyse ona Diabolicus (şeytani) adını verebiliriz. Milton, ‘kurbağa gibi çömelmek’ derken bu küçük kurbağadan bahsediyor olsa gerek.” 1834 yılının Mart ayında East Falkland adasından şöyle yazmıştı: “Güney Amerika’nın güneyindeki doğu kıyılarının tamamı, midyelerin henüz mavi rengini kaybetmediği dönemlerden beri okyanus seviyesinden yükselmeye devam etmiş.” 18 Nisan 1835 yılında Şili’deki And Dağları’nın merkezindeki zirveler hakkındaki incelemeleriyse şöyleydi: “Burada şahit olduğum bazı manzaralardan aldığım keyfi size anlatamam. Bir kez de olsa böylesine yoğun bir keyfi tatmak için İngiltere’den buraya gelmeye değer. Üç bin, üç bin yedi yüz metre yüksekliğe çıktığınız zaman havada faklı bir berraklık var, uzaklıklar kafanızı karıştırabiliyor ve sanki başka bir âlemdeymişsiniz hissini veren bir nevi dinginlikle karşılaşıyorsunuz.”

      Şimdi de ilk defa 1839 yılında yayımlanan, Fitzroy’un anlatımlarının üçüncü cildini oluşturan Darwin’s Journal’a31 gelelim. 7 Ocak 1832 tarihinde Teide Yanardağı’nın32 zirvesi bir anda aydınlanıvermişti, dağın daha alçak bölgeleriyse pamuk gibi bulutlarla çevriliydi. Bu olay sonrasında günceye şöyle yazılmıştı: “Hiçbir zaman unutulmayacak muhteşem günlerin ilki.” 16 Ocak’ta Yeşil Burun Adaları’na33 ulaşıldı ve bu adaların volkanik özellikleri titizlikle incelendi. Darwin’in yanında Lyell’ın34 1830 yılında yayımlanmış meşhur Principles of Geology35 kitabının ilk cildi vardı (ikinci cildi 1832 yılında yayımlanmıştı). 1845 yılında yayımlanan güncesinin ikinci basımında, “Bu güncede bilimsel bir bilgi bulunuyorsa ve yazarın diğer eserlerinde de bu tarz bilgilere rastlayacak olursanız şayet, bu bilgiler herkesçe bilinen ve hayran olunan Principles of Geology kitabının incelenmesiyle elde edilmiştir,” diyerek memnuniyetle şükranlarını ifade eder. Darwin çoktan küçük organizmaların ve rüzgâr esintisiyle havada uçuşan toz parçacıklarının36 dağılımına dair notlar almaya başlamıştı. Kara parçasındaki taşlardan yaklaşık 480 km uzaklıkta bir deniz taşıtına kadar gelen toz parçacıkları olduğunu görmek, onu gerçekten de çok şaşırtmıştı. Bu toz parçacıklarını gördükten sonra onlardan daha hafif ve küçük kriptogam bitkisinin37 sporlarının dağılımı olayının, kimseyi şaşırtmaması gerektiğini belirtmiştir.

      Atlantik Okyanusu’nda volkanik bir ada olan St. Paul’a 16 Şubat’ta ulaşıldı. Okyanusun ortasında yeni oluşmuş bu ada, genç doğabilimcinin zihninde yer eden görkemli palmiyeler ve kuşlarla dolu hoş düşünceleri yok edebilmek için yeterli olmuştu. Hiç bitki bulunmayan bu adada hiç olmazsa iki ayrı cins deniz kuşu vardı, bahsedilmeye değecek pek bir özelliği olmayan birkaç böcek ve örümcek ise faunayı tamamlıyordu. 20 Şubat’ta Fernando de Noronha adası geçildi ve sonunda Güney Amerika kıtasına ulaşıldı.

      29 Şubat’ta, Brezilya’ya özgü ormanların olduğu Bahia’da geçen ilk günü için Darwin güncesine ilginç bir paragraf yazmıştır: “Pek hoş bir gün oldu. Tabii hoş kelimesi bir doğabilimcinin hayatında ilk defa, Brezilya ormanlarında tek başına dolaşırken hissettiklerini ifade edebilmek adına çok yetersiz kalıyor. Otların asaleti, asalak bitkilerin özgünlüğü, çiçeklerin güzelliği, yaprakların yemyeşil pırıltısı… Ama hepsinden de öte bitki örtüsünün bu kadar çeşitli olmasını hayranlıkla gözlemledim. Sesin ve sessizliğin çelişkili birlikteliği, ormanın gölgeler altında kalan bölgelerini sarıyor. Böceklerden gelen ses o kadar yüksek ki kıyıdan yüzlerce metre uzakta demirlemiş bir gemiden sesleri duyulabilir. Buna rağmen ormanın iç taraflarına gidildiğinde, orada muazzam bir sessizliğin hüküm sürdüğünü görüyorsunuz. Doğa tarihine tutkun biri için bu öyle bir gündür ki yaşadığı tatmini ve zevki, bir daha aynı şekilde tadamayacağını düşünmesine neden olacaktır.”

      Nisan başında Rio de Janeiro’ya varıldı ve Darwin bunu takip eden üç ay süresince iç kesimlere doğru birçok gezi yaptı. Yaptığı keşif gezilerinde kaldığı misafirhanelerde, nadiren doğru dürüst bir konaklama elde edilebiliyordu. “İlk vardığımızda öncelikle atların eyerini çıkarır, onlara mısır verirdik. Daha sonra Senhor’u38 selamlayarak bize yiyecek bir şeyler verip veremeyeceğini sorardık. ‘Ne isterseniz bayım,’ cevabını alırdık genellikle. İlk seferlerde bizi böyle iyi adamlarla karşılaştırdığı için Tanrı’ya boş yere şükrettim. Sohbet devam ettikçe durum her daim daha içler acısı bir hal alırdı. ‘Bize verebileceğin balığın var mı?’ ‘Ne yazık ki bayım!’ ‘Peki ya çorban?’ ‘Hayır, bayım!’ ‘Ya ekmek?’ ‘Ne yazık ki bayım!’ ‘Ya kurutulmuş et?’ ‘Ne yazık ki bayım!’ Eğer şanslıysak birkaç saatlik beklemenin ardından tavuk eti, pirinç ya da farinha39 bulabiliyorduk. Akşam yemeğinde yiyeceğimiz kümes hayvanını taşla öldürmemiz, sık sık yaşanan bir hadiseydi. Yorgunluktan ve açlıktan bitap düştüğümüz zamanlarda, masamıza yemek geleceği için şükretmemiz gerektiği üstü kapalı da olsa hissettiriliyordu. Tatmin edicilikten en uzak, fiyakalı yanıt ise ‘Yemek hazır olduğunda, hazır olacaktır,’ olurdu. Halimizden daha fazla yakınacak olursak münasebetsiz olduğumuz öne sürülerek seyahatimize devam etmemiz söylenirdi. Ev sahiplerimiz gerçekten nezaketsizlerdi ve rahatsız edici davranışlar sergiliyorlardı. Evleri de evde yaşayanların üstü başı da aşırı pisti. Evlerde çatal, bıçak ve kaşık bulunması yaygındı. İngiltere’de bulunan hiçbir kır evinin veya kulübenin konfordan böylesine yoksun olmayacağına eminim.”

      Genç gezginin karada yaşadığı bütün bu sıkıntılara, bir de deniz yolculuğu sırasında sürekli yaşadığı deniz tutmasını ve mide bulantısını (artık kronik bir hal almıştı) da eklersek çıktığı bu maceraperest yolculuktan çok daha