George Thomas Bettany

Charles Darwin


Скачать книгу

dahi son derece rahatsız edici olan bu yer, bir hafta sağanak yağmur yağmaması bile mucize sayılan Hebridler’in bazı bölgelerini hatırlatmıştı. Şimdi neredeyse terk edilmiş eski İspanyol başkenti Castro’da, hâlâ yüzlerce kişi barınsa da ne yarım kilo şeker ne de basit bir bıçak temin edilebiliyordu. Hiç kimsede ne kol saati ne de duvar saati bulunuyordu ve kilisenin çanı, halk arasında zaman duyusunun en iyi olduğu düşünülen yaşlı bir adam tarafından tahmini zamanlarda çalınıyordu.

      Aralık ayında Şili’nin epey güneyinde kalan kayalık Chonos Takımadaları’nda keşfe çıkıldı. Tierra del Fuego’dakine eşdeğer kabul edilebilecek bir fırtına yaşandı. “Kocaman beyaz bulutlar, koyu mavi gökyüzünde toplandı ve düzensiz kapkara sis katmanları boydan boya hızla çekilmeye başladı. Birbiri ardına uzanan dağ sırası, belirsiz birer gölgeden ibaretti. Batan güneşin sarı huzmeleri, ormanın üzerine vuruyordu, tıpkı şaraptaki alkolün etkisiyle bir insanın yüzünün alev alev yanmasına benziyordu. Dalgaların köpüğü yüzünden suyun yüzeyi bembeyazdı ve rüzgâr geminin üzerinden bir uğuldayıp bir duruluyordu. Kaygı verici olduğu kadar heybetli de bir manzaraydı.” Tres Montes yakınlarındayken 1835 yılına girilmişti ve Darwin şöyle yazmıştı: “Bu bölgelere özgü bir seremoniyle kutlandı. Beklentilerimizi boşa çıkarmadı. Kuzeybatıdan gelen şiddetli bir fırtına ve devamlı yağan yağmur yeni gelen yılın bir göstergesiydi. Tanrı’ya şükürler olsun ki burada sonumuzu görmedik, bir an Pasifik’in üzerinde yükselen ve cennetin varlığını gösteren berrak mavi gökyüzünü görmeyi umut etmiştik. Üzerimizde yükselen, gökyüzünün ötesindeki bir şeyi…”

      H.M.S. Beagle

      Şubat ayında Valdivia’ya varıldı, Beagle tayfası burada şiddetli bir depreme tanık oldu. Darwin kıyıya çıkmış ve dinlenmek için bir odunun üstüne uzanmıştı. Hissettiği hareketin üzerinde bıraktığı etki belirgindi: “Ayağa kalkmakta herhangi bir zorluk yaşamadım, fakat hareketlenme sonrası sersemlemiştim. Sanki hafif bir dalgayla karşılaşan bir gemideymişim gibi bir histi ya da daha çok vücut ağırlığının altında eğrilen ince bir buz tabakasının üzerinde kayan birinin hissettikleri gibiydi. Şiddetli bir deprem, eski kuruluşları birdenbire yok edebilir. Yekpare olan her şeyin bir simgesi olan yeryüzü, suyun üstünde yüzen bir tanecik gibi ayaklarımızın altında hareket etti. Yalnızca bir saniye, saatler boyu süren derinlemesine düşünme sonucu oluşması mümkün olmayacak garip bir güvensizlik hissini zihinlere taşıdı.” Aynı deprem, akabinde ziyaret edilen Concepcion şehrindeki evlerin her birini yerle bir etmişti ve ziyaretçiler çarpıcı bir manzarayla karşı karşıya kalmışlardı.

      11 Mart 1835’te tekrar Valparaiso’ya dönüldü ve sadece iki günlük bir aranın ardından yorulmak bilmez kâşif, seyrek kullanılan Potillo geçidinden geçerek Cordillera’ya gitmek için yola koyuldu. Buralar jeolojik gözlemler yapmaya uygun, bereketli topraklardı. Dağlardaki çağlayanların gürlemesi, yerbilimciye güçlü ve etkili bir biçimde sesleniyordu. “Binlerce ama binlerce taş birbirine çarparak tok bir ses çıkarıyor ve aynı yöne doğru yuvarlanıyor. Geçen bir dakikanın geri alınamayışı gibi zamanı düşünmeye benziyor biraz. Bu taşlar ki okyanus onların sonsuzluğu; hiddetli müziğin her bir notası, onları yazgılarına doğru iten bir basamak.” Bu paragrafı okuyup da Erasmus Darwin’in ortaya koyduğu muazzam şairane anlatımın bir yansımasını sezinlememek mümkün müdür?

      27 Mart’ta Mendoza’ya varıldı ve 29’unda, kuzey (ya da Uspallata) geçidi kullanılarak yapılacak dönüş yolculuğuna başlandı. 10 Nisan’da tekrar Santiago’ya gelindi ve gezginin yaptığı yolculuktan hoşlanan Bay Caldcleugh, onu büyük bir konukseverlikle karşıladı. “Başka hiçbir şey bu ziyaretten daha hoşnut etmemiştir beni,” der kendileri. Akabinde Şili ve Peru’nun kuzeyine birçok keşif gezisi düzenlendi. Kamu işlerinin vaziyetinden dolayı Peru’da pek bir şey görülemedi ve Beagle Pasifik’in karşı kıyısına yapacağı dönüş yolculuğuna eylül ayında, beklenilenden daha erken başladığında kimse buna pek üzülmedi.

      İki bin yanardağ kraterine, yapraksız çalılık arazilere, berbat görünen yabani otlara, alışılmamış hayvanlara (öyle ki bir insan yakınına taş fırlatsa dahi kıllarını kıpırdatmıyorlardı) ev sahipliği yapan Galapagos Adaları, doğabilimciye son derece ilginç gelmişti. Burada yaptığı incelemeler ve gözlemleri sonraki sayısız çalışmasına kaynaklık etmiştir. Cüsseli vücutlarını ağır hareketlerle taşıyan karakaplumbağaları, tufandan önceki devirlere ait tuhaf hayvanlara benziyordu. Son derece biçimsiz ve kocaman deniz iguanası (Amblyrhynchus) mükemmel bir umursamazlıkla yüzüyor, denizin altında bir saate yakın durabiliyordu. James Adası’nda deniz iguanasıyla aynı sınıfa mensup o kadar çok kara iguanası yaşıyordu ki yuvalandıkları oyukların olmadığı tek bir nokta dahi bulmak mümkün değil gibiydi; yürüyen bir kişi devamlı bu yuvaların tepelerine basmak durumunda kalıyordu. Sürüngenlerin, otobur memelilerin yerini aldığı adalar grubunun sakinleri gerçekten gariplerdi. Son bahsettiğimiz türle ilgili olarak Darwin, günümüze kadar uzanan özel bir yaratılış fikri üzerinde durduğu bir görüş de belirtmişti: “Bu türün, takımadaların kalbinde yaratıldığı ve zaman içerisinde çok da uzak olmayan bir çevreye yayıldıkları görülüyor.”

      Darwin’in, Galapagos faunasının eşsiz olduğu görüşüne inancı, Journal’ın birinci ve ikinci basımı arasında geçen yıllarda daha da artmıştı. “Bu adaların ne kadar küçük olduğu göz önüne alındığında, buraya özgü canlıların sayısı ve yayıldıkları alan bizleri daha da hayrete düşürüyor. Bölgede yer alan her bir yükseltinin tepesinde bir krater olduğu görülüyor; lavların aldığı yolun arkasında bıraktığı izlerin hâlâ belirgin olması, jeolojik açıdan yakın zamanlı bir dönemde burada kara tarafından bölünmemiş denizin yayıldığına inanmamıza neden oluyor. Bunun sonucunda da zaman ve mekân içinde, dünya üzerinde var olan ilk canlılar gerçeğine (en çok merak konusu olan şey) daha da fazla yaklaşıyor gibiyiz,” diyor Darwin. Hemen sonrasındaysa “Bu küçük, kurak ve kayalık adalarda faaliyette olan yaratıcı güç (bu şekilde tanımlanabilirse şayet) gerçekten de hayrete düşürecek cinsten; böylesine dar bir alanda birbirine bu kadar benzeyen, fakat birbirinden bir o kadar da farklılık gösteren edimlerde bulunmuş olması çok daha hayret verici,” diye devam eder.

      20 Ekim 1835’te başlayan ve 15 Kasım’da noktalanan 5.150 kilometrelik uzun Tahiti yolculuğu, yerini keyifli bir konaklamaya bırakmıştı. Darwin, adanın ve adada yaşayanların albenisi karşısında her gezginin olabileceği kadar hoşnuttu. Özellikle İngiliz menşeli ürünlerin kalitesi üzerine ifadeleri, Darwin’in doğuştan gelen vatanseverliğini göstermesi açısından bahsedilmeye değerdir. Darwin, Tahiti’de yetişen ananasların lezzetinin muhteşem olduğunu, hatta İngiltere’de yetişenlerden çok daha iyi olduğunu kabul eder ve bir meyveye veya herhangi bir şeye edilebilecek en büyük iltifatın da bu olabileceğine inanır. Kotzebue’nun50 yazdıklarının aksine, Hıristiyan misyonerlerin buradaki yerliler üzerindeki etkisi ve yerlilerin dürüstlüğü hakkında olumlu görüşleri oluşmuştu.

      19 Aralık’ta Yeni Zelanda görüş alanına girmişti. Gezginimizin burada yaptığı gözlemler, bölgede uygar ve etkin bir hükümet kurulmadan hemen öncesinde yaşanan döneme ışık tutması açısından önemlidir. Darwin, dini bütün öğretmenin, Waimate şehrindeki etkisinden pek memnun kalmıştır. “Misyonerlerin verdiği ders, âdeta büyücünün asası gibi,” diye yazar. Bir İngiliz olarak yurttaşlarının böylesine bir etkisi olmasından memnun olmuştur. Karada yaşayan memeli hayvanların göze çarpan eksikliği, sonradan ülkeye getirilen Norveç farelerinin sayısındaki artış, çok geniş bir alana yayılan kuzukulakları, kuzukulağının tohumlarını tütün tohumu diye satan