sihirli şaraptan gönderdi. Bu durum imparatoru oldukça memnun etti ve Liu’ya üzerinde şu sözler yazılı bir onurluk verdi:
“Beş Kuşağın Ortak Evi”
Bunun yanında kendi imparatorluk fırçasıyla yazdığı üç işareti gönderdi:
“Uzun ömrün sevinci”
İki bilginden diğeri olan Ruan Zhao ise o kadar şans lı değildi. Eve geldiğinde karısının ve çocuğunun uzun süre önce vefat ettiğini öğrendi. Torunları ve torunlarının çocukları ise çoğunlukla işe yaramaz insanlardı. Bu nedenle uzun süre kalmayıp tepelere geri döndü. Ancak Liu Chen, ailesiyle birkaç yıl geçirdi. Ardından o da karısını yanına alıp Tai Tepeleri’ne geri döndü ve bir daha kendisini gören olmadı.
Bu hikâye İmparator Mingdi (MS 58-75) saltanatı döneminde yer alır. Yedi Uyurlar efsanesinden etkilenerek oluşturulmuştur ve Çin masallarında sık sık rastlanır.
Cimri Çiftçi
Bir zamanlar armutlarını el arabasına koyup satmak için pazara getiren bir çiftçi vardı. Çok tatlı ve hoş kokulu oldukları için iyi bir satış yapmayı umuyordu. Yırtık bir şapka takıp eski kıyafetler giymiş bir Budist rahip, arabasının yanına gelip bir tane armut istedi. Çiftçi adamı kovdu ancak rahip gitmedi. Çiftçi iyice sinirlenip rahibe kötü sözler söylemeye başladı. Rahip, “El arabanızda yüzlerce armut var. Ben sadece bir tanesini istedim. Bunun size çok da zararı olmaz. Niye bu kadar sinirlendiniz ki şimdi?” dedi.
Geçerken olaya şahit olanlar çiftçiye, rahibe küçüklerinden bir armut verip yollamasını söylediler. Ama çiftçi dinlemedi. Dükkânından tüm olaya şahit olan bir esnaf gürültüden rahatsız olduğu için armutlardan birini satın alıp rahibe verdi.
Rahip esnafa teşekkür etti ve şöyle dedi: “Benim gibi dünya nimetlerinden vazgeçmiş biri cimri olmamalı. Benim de çok güzel armutlarım var, sizleri benimle birlikte armutları yemeye davet ediyorum.” Kalabalıktan biri sordu: “Eğer armutların varsa neden kendininkileri yemiyorsun?” Rahip cevap verdi: “Ekebilmek için öncelikle bir tohumum olması gerek.”
Bu sözlerinin üzerine elindeki armudu zevkle yemeye başladı. Bitirince çekirdeğini eline aldı ve omzunda asılı kazmayla yerde birkaç santim derinliğinde çukur açtı. Çekirdeği çukura yerleştirip üzerini toprakla örttü. Pazar yerindeki birinden sulamak için su istedi. Birkaç meraklı, sokaktaki handan sıcak su getirdi ve rahip çekirdeği suladı. Binlerce göz sulanan noktaya çevrildi. Çekirdeğin çoktan filizlendiği görülebiliyordu. Filiz gittikçe büyüdü ve bir anda ağaca dönüşüverdi. Dallar ve yapraklar çıktı ve çiçek açmaya başladı. Kısa sürede meyveler olgunlaştı; dallardan salkım salkım büyük ve hoş kokulu armutlar sarkıyordu. Budist rahip ağaca tırmanıp etrafta toplanan kalabalığa armutlardan verdi. Tüm armutlar kısa sürede tüketildi. Bunun üzerine rahip kazmasını alıp ağacı kesti. Biraz gürültüden sonra ağaç yere devrildi. Daha sonra ağacı omuzlayıp telaşsız adımlarla uzaklaştı.
Rahip büyüsünü yapmaya başladığında çiftçi de kalabalığa karışıvermişti. Boynunu uzatıp gözlerini rahibe dikmiş duruyordu ve armutlarını satmaya geldiğini tamamen unutmuştu. Rahip uzaklaşınca arabasına bakmak için geri döndü. Armutlarının hepsi gitmişti. Sonra rahibin dağıttığı armutların hepsinin kendi armutları olduğunu fark etti. Daha yakından bakınca el arabasının dingilinin de kaybolduğunu gördü. Daha yeni söküldüğü barizdi. Çiftçi öfkeye kapılıp rahibin arkasından koşabildiği kadar hızlı koştu. Köşeyi döndüğünde kayıp parçanın şehir duvarının yanında durduğunu gördü. Sonra da rahibin kestiği armut ağacının aslında kendi el arabasının dingili olduğunu anladı. Öte yandan rahip hiçbir yerde bulunamadı. Pazardaki kalabalık ise kahkahalara boğuldu.
Çin’de bulunan dingiller aslında tutacaktır, çünkü Çin’deki küçük el arabaları iki tutacağı ya da aks mili olan tek tekerlekli iterek götürülen araçlardır.
Şafak Gökyüzü
Bir zamanlar köylü bir kadına bir çocuk verip ona göz kulak olmasını söyleyen bir adam vardı. Çocuğu teslim ettikten sonra ortadan kayboldu. Kadın çocuğu eve götürdüğünde şafak söküyordu, bu yüzden çocuğa Şafak Gökyüzü ismini verdi. Çocuk üç yaşına geldiğinde sık sık gökyüzüne bakıp yıldızlarla konuşurdu. Bir gün evden kaçıp aylar sonra geri döndü. Kadın da çocuğu bunun için dövdü. Ancak tekrar kaçtı ve bir yıl boyunca dönmedi. Sütannesi korkuyla sordu: “Tüm yıl boyunca nerelerdeydin?” Çocuk cevap verdi: “Sadece Mor Deniz’e küçük bir yolculuk yaptım. Oranın suyu kıyafetlerimi kızıla boyadı. Bu yüzden güneşin içinde uyuduğu pınara gidip onları yıkadım. Sabah gidip öğlen döndüm. Neden bir yıldır burada olmadığımdan bahsediyorsun ki?”
Sonra kadın sordu: “Yolda nerelerden geçtin?”
Çocuk, “Kıyafetlerimi yıkayınca Ölüler Şehri’nde bir süre dinlenip uyuyakaldım. Doğunun Tanrısı’nın verdiği kırmızı kestane ve pembe şafak suyu açlığımı bastırdı. Ardından karanlık gökyüzüne gidip sarı şebnemden içtim ve susuzluğum geçti. Siyah bir kaplanla karşılaşıp sırtında eve gelmek istedim. Ama çok kırbaçlayınca bacağımı ısırdı. Bunu anlatmak için de geri döndüm,” diye yanıtladı.
Çocuk bir kez daha evden kaçtığında İlk Sis’in yaşadığı binlerce kilometre ötedeki bataklığa ulaştı. Orada sarı kaşları olan ihtiyar bir adamla karşılaşıp kaç yaşında olduğunu sordu. Yaşlı adam şöyle dedi: “Yemek yeme alışkanlığını bırakıp havayla besleniyorum. Gözbebeklerim yavaş yavaş tüm saklı şeyleri görebileceğim yeşil bir parıltı kazandı. Bin yılda bir kemiklerimi çevirip iliklerini yıkarım. İki bin yılda bir de kıllardan kurtulmak için cildimi kazırım. Şimdiye kadar kemiklerimi üç kere yıkayıp beş kere cildimi kazıdım.”
Şafak Gökyüzü daha sonraları Han Hanedanı’ndan İmparator Wu’ya hizmet etti. Büyü sanatlarına düşkün olan imparator, kendisine çok bağlıydı. Bir gün şöyle dedi: “İmparatoriçenin hiç yaşlanmasını istemiyorum. Yaşlanmasını önleyebilir misin?”
Şafak Gökyüzü cevap verdi, “Yaşlanmayı önleyecek tek çözüm biliyorum.”
İmparator hangi bitkilerin yenmesi gerektiğini sordu. Şafak Gökyüzü yanıtladı, “Kuzeydoğuda hayat mantarları büyür. Güneşte sürekli inip o mantarları yemek isteyen üç bacaklı bir karga yaşar. Ancak Güneş Tanrısı onun gözlerini kapalı tutar ve gitmesine izin vermez. İnsanlar o mantarı yerse ölümsüz olurlar, hayvanlar yerse aptallaşırlar.”
“Peki, sen bunu nereden biliyorsun?” diye sordu imparator.
“Küçükken bir keresinde içinden on yıllar boyunca çıkamadığım derin bir kuyuya düşmüştüm. Orada bir ölümsüz beni bu bitkinin olduğu yere götürdü. Ancak onu alacak kimsenin üzerinde bir tüyün bile yüzemeyeceği kızıl bir ırmağı geçmesi gerekir. Bu ırmak, yüzeyine değen her şeyi dibe batırır. Ama adam ayakkabılarından birini çıkarıp bana verdi. Ben de ayakkabısının üzerinde ırmağı geçip bitkiyi aldım ve yedim. O bölgede yaşayan kişiler incilerden ve değerli taşlardan hasır dokurlar. Beni ince ve renkli bir deri perdenin asılı olduğu bir yere götürüp üzerine güneş, ay, bulutlar ve yıldırım şekilleri oyulmuş kara yeşim taşından bir yastık verdiler. Üzerimi yüz sineğin kılından eğirilmiş zarif bir yatak örtüsüyle örttüler. O türden bir örtü yaz aylarında serin ve ferah oluyor. Dokunduğumda sudan yapılmış