Günümüzde sanatta ve el sanatlarında önemli bir rol oynarlar. Sembolleri de sıkça karşımıza çıkar: Zhongli Kuan bir yelpazeyle temsil edilir. Zhang Guo’nun iki bagetli bambu davulu ve katırı bulunur. Lu Dongbin’in kılıcı ve sırtında taşıdığı çiçek sepeti ve Cao Guojiu’nun havaya fırlatabildiği iki küçük tahtası vardır. Li Tieguai ise dışında iyi şans sembolü olan yarasanın bulunduğu bir sukabağına sahiptir. Bir kadın olarak resmedilen Lan Kaihe’nin flütü bulunur. Han Şianzi’nin çiçek sepeti ve fide kazığı vardır. He Şiangu da genellikle lotus çiçeği şeklinde tasvir edilen bir kaşığa sahiptir.
Sekiz Ölümsüz II
Bir zamanlar sığınacak bir çatısı, yiyecek bir lokma ekmeği olmayan yaşlı bir adam vardı. Böylece yorgun ve bitkin haliyle Tarla Tanrısı’nın yol kenarında duran tapınağının yanına uzanıp uyuyakaldı. Rüyasında yaşlı, ak sakallı Tarla Tanrısı’nın küçük tapınağından çıkıp şunları söylediğini gördü: “Sana yardım etmenin bir yolunu biliyorum! Yarın Sekiz Ölümsüz bu yoldan geçecek. Önlerine atlayıp yalvar onlara!”
Adam uyandığında Tarla Tanrısı’nın küçük tapınağının yanındaki büyük ağacın altına oturup tüm gün rüyasının gerçekleşmesini bekledi. Sonunda, güneş neredeyse batmışken dilencinin açıkça Sekiz Ölümsüz olduğunu anladığı sekiz figür yoldan geçti. Yedisi son hızlarıyla ilerliyorlardı, ancak ayağı topal olan bir tanesi geriden geliyordu. Topal olan Li Tieguai’nin önüne attı adam kendini. Ancak Ölümsüz, adamla uğraşmak istemediği için başından gitmesini söyledi. Yoksul adam yine de yalvarmayı bırakmayıp onlarla gelebileceğini ve Ölümsüzler’den biri olabileceğini de söyledi. “Bu imkânsız,” dedi topal olan. Fakat yoksul adam yalvarmayı kesip bir türlü gitmediğinden en sonunda şöyle dedi: “Peki, öyleyse paltoma tutun!” Adam paltoyu tuttu; hızla patikaların, tarların ve daha da ötesinin üzerinden durmadan, uçarak geçtiler. Doğu Denizi’nin hayalet dağı Penglai’nin üzerindeki kulenin tepesinde aniden durdular. İşte, Ölümsüzler’in geri kalanı da orada duruyordu! Ancak Li Tieguai’nin yanında arkadaş getirmesinden hiç hoşnut değillerdi. Yine de zavallı adam ısrarla yalvarınca onlar da etkilendiler ve şöyle dediler: “Pekâlâ! Şimdi denize ineceğiz. Bizi takip ederseniz siz de bir Ölümsüz olabilirsiniz!” Sonra da yedisi birbiri ardına denize atladı. Ne var ki sıra kendisi ne gelince adam korktu ve atlamaya cesaret edemedi. Sakat olan şöyle dedi: “Korkarsan Ölümsüz olamazsın!”
“Fakat şimdi ne yapmalıyım?” diye inledi adam, “Yurdumdan çok uzaktayım ve hiç param da yok!” Topal Ölümsüz, kulenin mazgallı siperlerinden bir parça kırıp adamın eline koydu. Sonra o da kuleden atlayıp diğer yedi yoldaşı gibi denizde gözden kayboldu.
Adam elindeki taşı daha yakından inceleyince onun en saf gümüşten olduğu fark etti. Bu gümüş, eve ulaşana kadar geçen haftalar boyunca seyahat parasını çıkarmasını sağladı. Fakat gümüşten elde ettiği geliri tamamen harcayıp bitirdiğinde kendini en az önceki kadar fakir halde buldu.
Tudi Miao olarak bilinen küçük Tarla Tanrısı tapınakları her köyün girişinde duran taştan ibadet yerleridir.
İki Bilgin
Bir zamanlar Liu Chen ve Ruan Zhao isimli iki bilgin yaşardı. İkisi de genç ve yakışıklıydı. Bir ilkbahar günü şifalı otlar toplamak için Tiantai Dağları’nın tepelerine çıktılar. Orada şeftali ağaçlarının yemyeşil çiçekler açtığı küçük bir vadiye geldiler. Vadinin ortasında, çiçek açan ağaçların altında duran iki genç kızın bulunduğu bir mağara vardı. Kızların biri kırmızı, diğeri yeşil elbiseler giymişti. İki kız da kelimelerle ifade edilemeyecek kadar güzeldi. El işaretleriyle bilginleri yanlarına çağırdılar.
“Geldiniz mi?” diye sordular. “Çok uzun zamandır sizi bekliyoruz!”
Ardından bilginleri mağaraya götürüp onlara çay ve şarap ikram ettiler.
Kırmızı elbiseli kız, “Ben efendi Liu’nun kaderiyim, kız kardeşim de efendi Yuan’ın!” dedi.
Böylece evlendiler. İki bilgin her gün ya çiçeklere baktılar ya satranç oynadılar, böylece fani dünyayı tamamen akıllarından çıkardılar. Yalnızca mağaranın önündeki şeftali çiçeklerinin bazen açıp bazen dallardan düştüğünü fark ediyorlardı. Zaman zaman da beklenmedik anlarda üşüdükleri ya da terledikleri için kıyafetlerini değiştiriyorlardı. Zamanın bu şekilde oluşu kendilerini de şaşırtıyordu.
Günlerden bir gün, iki bilgini ansızın sıla hasreti sardı. Kızlar bunu çoktan fark etmişlerdi.
“Efendilerimiz sıla hasreti çektiğinde onları daha fazla burada tutamayız,” dediler.
Ertesi gün veda ziyafeti hazırladılar ve bilginlere yanlarında götürmeleri için büyülü şaraptan verip şöyle dediler:
“Tekrar görüşeceğiz. Şimdilik yolunuza gidin!”
Bilginler gözyaşlarıyla veda ettiler.
Eve vardıklarında girişler ve kapılar uzun zaman önce yok olmuş gibiydi. Köy halkı da yabancı görünüyordu. Bilginlerin etrafını sarıp kim olduklarını sordular.
“Biz Liu Chen ve Ruan Zhao’yuz. Yalnızca birkaç gün önce şifalı ot toplamak için tepelere çıkmıştık.”
Bunun üzerine bir hizmetkâr telaşla gelip iki adama baktı. Sonunda sevinçle Liu Chen’in ayaklarına kapanıp şunları söyledi: “Evet, gerçekten benim efendimsiniz! Gittiğinizden ve sizden haber alamadığımızdan beri yetmiş, belki de daha fazla yıl geçti.”
Ardından bilgin Liu’yu yüksek mevkilerdeki insanların evlerinde adet olduğu üzere kabartmalarla ve ağzında bir halka tutan aslan figürüyle süslenmiş büyük bir kapıdan geçirdi.
Salona adım attığında beyaz saçlı ve beli bükük yaşlı bir kadın bastonuna yaslanarak öne çıkıp “Bu adam da kim?” diye sordu.
“Efendimiz geri döndü,” diye cevapladı hizmetçi. Sonra da Liu’ya dönüp ekledi: “Kendileri hanımefendimizdir. Neredeyse yüz yaşında, ancak şükür ki hâlâ güçlü ve sağlığı yerinde.”
Sevinç ve hüzün gözyaşları kadının gözlerini doldurdu.
“Ölümsüzlerin arasına karıştığın için bu hayatta seni bir daha asla göremeyeceğimi sanmıştım,” dedi. “Sonunda geri dönmüş olman ne büyük bir mutluluk!”
Kadın sözlerini tamamlayamadan, kadınıyla erkeğiyle tüm aile akın akın salona gelip bilgini karşıladı.
Karısı, bir birini bir ötekini işaret edip kimin kim olduğunu açıklıyordu.
Bilgin kaybolduğu zaman evde yalnızca birkaç yaşlarında küçük bir erkek çocuğu vardı. O çocuk şimdi seksen yaşında yaşlı bir adam olmuştu. Yüksek makamlarda impara torluğa hizmet etmişti ve çoktan emekli olmuş, atalarından kalma bahçelerde yaşlılık günlerini geçiyordu. Üç torununun hepsi ünlü bakanlar olmuşlardı. Torunlarının çocukları on taneden fazlaydı ve bunlardan beşi çoktan doktora sınavlarını geçmişti. Sayıları neredeyse yirmiyi bulan torunlarının torunlarından en büyüğü de hâkimliğe başlama sınavlarını onur derecesiyle geçip eve henüz dönmüştü. Ailelerinin kucaklarında taşınan küçükler ise hesaba katılmadı. Uzakta, görevleriyle meşgul olan tüm torunlar dedelerinin geldiğini öğrenince işlerinden izin alıp gelmişlerdi. Başka ailelere gelin giden kız torunlarının da hepsi gelmişti. Bu, Liu’yu çok mutlu etti ve salonda aile ziyafeti verdi. Kendisi ve beyaz saçlı ihtiyar karısı üst uçta ortaya geçtiler ve tüm torunları, eşleriyle