yükseltmeden önce
orta dünyayı şekillendiren de
bu asil varlıklardı yine 4.
Ymir’in yaratılışından çok kısa bir zaman sonra bir inek, Audhumla, ortaya çıktı ve dev Ymir bu ineğin sütüyle beslendi. İnek, donmuş buhar kütlelerini yalamaya başladı, zira bunlar esasında tuzdu. Audhumla buzları yalarken, ilk akşam, bir adamın saçı göründü, ikinci akşam başı göründü, üçüncü akşamda ise adam tümden görünür hale geldi. Adı Bur’du. Oldukça heybetli, hoş bir adamdı; epey de güçlüydü. Bor adında bir oğlu vardı.
Muazzam dev Ymir’in kolunun altından biri oğlan, biri kız iki çocuk peydah oldu. Onlar da devdi, yine de özlerinde iyilik vardı; birçok müthiş canlının atası oldular. Erkek çocuk Mimir, büyüyüp tüm Dokuz Diyar’ın en bilgesi oldu. Ne yazık ki büyük bir savaşta hayatını kaybetti. Odin, Mimir’in başını kesip sakladı; bu baş da sanki Mimir’in kendisi hayattaymış gibi Odin’e güzel tavsiyeler vermeye devam etti. Yüce tanrıça Gece, Ymir’in kızıydı. Ymir’in kolunun altından doğan kızın adıysa Bestla’ydı. Bu kız, Odin’in annesiydi.
Mimir ve Bestla’dan iyi ve bilge devler, Ymir’in altı başlı oğlunun soyundan ise kötü devler ve yaratıklar türüyordu. Bu yaratık, Ymir’in ayağından peydah olmuştu. Onun soyundan gelenler o kadar güçlüydü ki en sonunda Odin’i yenip dünyanın yıkımına sebep olacaklardı. Gelgelelim tanrıların çöküşü, biraz da kendi eksikliklerinden dolayı gerçekleşecekti; çünkü kendilerine karşı büyüyen kötülük tohumlarına karşı koyacak kadar güçlü ve asil değillerdi.
Odin ve iki erkek kardeşi, Dev Ymir’i katledip bedenini boşluğun ortasına taşıdılar. Ymir’in bedeninden evreni yarattılar.
Ymir’in etinden toprağı,
kemiklerinden tepeleri,
kafatasından gökkubbeyi,
o buz gibi dev kanından ise
denizi yarattılar 5.
Ymir’in beyninden “hüzün bulutları” yaratıldı. Ginungagap’ın içine doğru uçan kıvılcımlardan bazıları ise gökkubbeye yerleştirildi, insanlar da bu kıvılcımlara yıldız adını verdiler.
Bir gün Odin ve erkek kardeşleri6, denize yakın bir yerde yürürken iki ağaca rastladılar; biri dişbudak, diğeri karaağaçtı. Bu ağaçlardan ilk insanları (bir kadın ve bir erkek) yarattılar.
Toprakta buldular,
kaderin boşluğu
Ask ve Embla’yı
neredeyse cansız bir halde.
Ruhları yoktu,
duyuları yoktu,
kanları ya da itici bir güçleri de yoktu,
renkleri bile soluktu.
Odin verdi ruhu,
Hœnir verdi duyuyu,
Lodur verdi kanı
ve rengi, canlılık dolu 7.
Ymir öldürüldükten sonra bedeni, elfler ve cücelerle dolup taşmaya başladı; bu yaratıklar tanrılar tarafından yaratılmamışlardı.
Avrupa’da insanlığın Thor ve Odin’e inandığı zamanlara uzanan eski gelenekler ve eski deyişler hâlâ mevcut. Çok yakın zamana kadar Almanya’nın bazı bölgelerindeki köylüler, hasat zamanı geldiğinde Odin’in atı için bir tahıl yığını ayırıyorlardı. Hatta Amerika’da da eski tanrıları hatırlatan bir şeyler var. Tuesday (Salı), halkını tehlikeli kurttan kurtarmak için sağ elini feda eden tanrı Tyr’ün isminden geliyor. Wednesday (Çarşamba), “Wodan’ın (Odin) günü” anlamına geliyor. Odin, bilgeliği her şeyin üstüne koymuş, hatta Mimir’in kuyusundan bir yudum su içebilmek için gözünü vermeye bile razı olmuştu. Thursday (Perşembe), hiddetli yıldırım tanrısı Thor’a ait. Friday (Cuma) ise Frigga, Frey ya da Freyia’ya atfedilmiş, ancak hangisi olduğuna emin değiliz.
İnsanlar, tüm bu tanrılara inanmaya nasıl başladılar? Kimse bu inancın nasıl başladığını ya da nasıl geliştiğini bilmiyor, buna dair bir şeyler öğrenmek mümkün.
İçinde bulunduğumuz çağda birçok gerçek bizim için ortaya çıkarılmış vaziyette, bu yüzden çok az şey bilen insanların dünyayı nasıl gördüğünü hayal edemiyoruz; bu insanların ya her şeyi kendileri bulmaları ya da en azından bu şeyler hakkında tahminde bulunmaları gerekiyordu. İlk çağlarda insanlar gizem dolu bir dünyada yaşıyordu; güneş, ay, deniz ve rüzgâr garip, fakat aynı zamanda muhteşemdi. Yaşam bir mücadeleden ibaretti. Kuzeyde insanlar, uzun ve soğuk kışın beraberinde getirdiği ihtiyaçları karşılamakta güçlük çekiyorlardı. İnsanlık, doğanın güçlerini kontrol altına almayı henüz öğrenememişti, sürekli olarak bu güçlerle savaş halindeydi. Dağlar etraflarını kapatıyordu, ormanlar karanlık ve korkunçtu; kar, buz ve çorak araziler ise sanki kendilerini, insanların en iyi gayretlerini boşa çıkarmaya adamışlardı. Bu düşman güçlerin tüm o neşeye, zarafete ve insanlığa düşman olan soğuk, kalpsiz devleri andırması tuhaf mı? İşte buz ve dağ devleriyle ilgili inanç böyle ortaya çıktı.
İyi güçler de vardı tabii, bunların başında ise insanın en iyi arkadaşı güneş geliyordu. İnsanlara ışık ve sıcaklık bahşediyordu. Onun etkisiyle nehirler prangalarından kurtuluyor, çimenler yeşeriyor, mahsuller olgunlaşıyordu. Güneş’in hüküm sürdüğü günlerde yaşamak mutluluk vericiydi. Gelgelelim Kuzey’de, yılın belli bir zamanında güneş gücünü yitiriyor hatta Kuzey’in çok uçlarında gözden kayboluyor, dünyayı karanlığa mahkûm ediyordu. Güneş’in kaybolduğunu gören insanların kalbi, kim bilir nasıl bir endişeyle doluyordu! Yaşamlarının bağlı olduğu bu gizemli varlığın tekrar geri döneceğinden nasıl emin olabilirlerdi ki? Güneşin yolunu kim bilir ne denli büyük bir hevesle gözlediler. O ilk cılız kızıllığı gördüklerinde kim bilir ne büyük bir sevinç duydular! Bu nedenle, geri dönen güneşi bir tanrı, onlara ışık ve neşe bahşeden bir tanrı olarak görmelerine hiç şaşmamalı.
Odin karakterinin, insanlığın güneş hakkındaki hislerinden doğduğu söylenir. Bazı kitaplarda Odin’in, Mimir’in kuyusundan bir yudum içebilmek için gözlerinden birini verdiği, güneşin de Odin’in tek gözünü temsil ettiği yazar. Ayrıca Iduna’nın hikâyesinin de yazın gitmesi ve tekrar geri gelmesiyle alakalı olduğunu çok kolay bir şekilde anlayabiliriz.
Baldur, uzak kuzeyde yaşayan insanların güneşe duyduğu hislerin bütününü temsil eden bir tanrıdır. Baldur, saf ve ışıl ışıl bir tanrıydı. Güneş, gözden kaybolup dünyayı karanlığa mahkûm ettiğinde, yani Baldur ölüp yeraltına gittiğinde, Asgard ve Midgard’a eşi benzeri görülmemiş bir keder çökmekteydi.
Yıldırım, alevli saçları ve sakalıyla demir savaş arabasını süren ve kudretli çekicini kayalarla dağlara savuran güçlü, haşin bir tanrı olarak resmedilmişti: devlerin düşmanı Thor.
Tüm tanrıları doğadaki bir şeyle özdeşleştirmek kolay değil. Aslında, yıllar geçtikçe birçoğu özgün kişiliklerini kaybederek nitelikleriyle iyiden iyiye insan haline geldiler. Bu yüzden tanrıların, onlara tapan insanlara kendilerini yalnızca doğanın bir öğesiymiş gibi sunduklarını düşünmemeliyiz. Erkekler ve kadınlar, o çetin günlerde zor hayatlar yaşıyor; hayat, ölüm ve bilinmeyen gelecek hakkında çokça kafa yoruyorlardı. İnandıkları ve umut ettikleri şeylerin hepsi,