Mary E. Litchfield

Dokuz Diyar


Скачать книгу

dönemler olacak ancak Ragnarök’te alt edileceklerdi; sonra yeni ve daha iyi bir dünyanın hükümdarı Baldur çıkagelecekti. Nihayetinde iyilik ve saflık hâkim olacaktı.

      Tüm bunlar geride kaldı, bu savaşçı insanlar ise bir zamanlar burada yaşadıklarını bize hatırlatmak için çok az şey bıraktılar. Gelgelelim elimizde bir miras var. Bu miras taştan yapılmış birkaç piramitten değil, bunun yerine sert granitten bile daha uzun süre dayanan hayali maddelerle, tuhaf ve müthiş canlılarla dolu dokuz diyardan oluşuyor. Hiç kuşkusuz geçmişe ilgi duyan kişi, zaman zaman bu kadim diyarların gölgelerinin içinde gezinmeyi reddetmeyecektir.

      ODİN BİLGELİK İÇİN MİMİR’E GİDİYOR

      Tanrıların evi Asgard’da gece vaktiydi. Loş bir ışık uyuyan şehrin üzerine düşüyor, asmalarla kaplı tepeleri ve şaşaalı sarayları ortaya çıkarıyordu. Bu ışık, arada uzanan ıssız vadilerin en ücra köşelerine bile dokunuyordu. Zira titrek8 köprü Bifrost, gümüşten bir gökkuşağıymış gibi şehrin bir ucundan diğerine uzanıyor, hem kuzeyde hem de güneyde ufka kavuşuyordu. Güney yönünde, tepelerinde ve yamaçlarında kaleler bulunan dağlar göz alabildiğine yükseliyor, kuzeyde ise Ida’nın dümdüz çayırları yayılıyordu.

      Şehrin en yüksek noktasında bulunan bir yapının tepesinden ince ve göz alıcı bir ışık yayılıyordu. Bu ışık, tıpkı devasa bir katedral kulesi gibi göğü deliyordu. O kadar yükseklere ulaşıyordu ki etraftaki tüm kalelerin ve kulelerin boyunu aşıyor, hatta neredeyse gökteki köprünün kemerine dokunuyordu. Bu zarif sütun, Odin’in Ulu Tahtı’ydı. Tahtın zirvesinden yalnızca Asgard değil, aşağıdaki diyarların büyük bir kısmı da görülebiliyordu.

      Herkesin Babası 9 burada tek başına oturuyordu, düşüncelere dalmıştı. Dizinin dibinde uyuklayan iki kurdu ile Dokuz Diyar’ı gezip dolaştıktan sonra yorgun bir halde omuzlarına tüneyen iki kuzgununu10 saymazsak yalnızdı.

      Odin, uzunca bir süre derin düşüncelere dalmış bir halde oturduktan sonra bakışlarını çocuklarının görkemli hanelerine çevirdi. Gözlerini, yüksek duvarların ötesinde uzanan çayırlarda ve tanrının şehrini çevreleyen karanlık nehirde gezdirdi. Ardından nafile bir çabayla, kuzeye doğru baktı, çok uzaklarda yer alan toprakları örten yoğun karanlığı bakışlarıyla delmeye çalıştı. Büyük bir ciddiyetle uzun uzun baktı. En sonunda ayaklanıp Ulu Taht’ın hemen dibindeki saraya indi. O yürüdükçe ayak sesleri engin salonlarda yankılanıyordu.

      Hemen yakınında buluna yapıya girdi, çok geçmeden yanında gri bir atla dışarı çıktı. Bu at, Ulular Ulusu’na yaraşır bir attı; çok güçlü bir yapısı vardı, tam sekiz bacaklıydı. Odin’in binmesini beklerken hevesle kıpırdanıyor, burun deliklerinden ateş püskürüyordu. Odin göz açıp kapayıncaya kadar atın sırtına bindi, bu muhteşem at da sahibini rüzgâr hızıyla kuzeye doğru götürmeye başladı.

      Şehri çevreleyen yüksek duvar ve karanlık nehir, Sleipnir için bir engel değildi. Bunların üzerinden kolayca sıçrayıp karşı tarafta, uzak ufuktaki düzlüklere yayılmış yeşil çimenliklere doğru hızla yol almaya devam etti. Her yanda engin koruluklar vardı, daha yavaş seyahat eden bir yolcu pınarların şırıltısını duyabilirdi. Kimi zaman Bifrost’un gümüşi kemeri etraftaki göllerin karanlık yüzeylerine yansıyordu.

      En sonunda, gökteki köprünün Asgard’ın sınırına dokunduğu noktaya vardılar. Köprü onun ağırlığı altında titriyor olsa da sekiz bacaklı at tereddüt etmeksizin, düzensiz aralıklarla alevler saçarak Bifrost’un üstüne atladı. Sleipnir, tıpkı yıldızlar arasında bir kuyrukluyıldız gibi, Odin’i simsiyah derinliklere doğru taşırken iyice hızlandı.

      Uzunca bir süre sonra kuzey yönünden gelen sönük bir ışık, onlara ulaştı. Çok geçmeden Odin, beyaz kıyafetlere bürünmüş bir atlının kendisine doğru geldiğini gördü. Atın yelesi altındı, binicinin yüzüne doğru parıldıyor ve adamın saf, solgun yüzünü ortaya çıkarıyordu. Atlı, yaklaşarak şöyle dedi: “Hoş geldiniz, Ulu Odin. Sleipnir’in sekiz toynağının köprüye dokunduğunu duyduğumdan beri sizi izliyordum. Gecenin bu vaktinde Bifrost’a geliyorsanız şüphesiz ki önemli bir amacınız var demektir, öyle değil mi?”

      “Evet Heimdall, doğru tahmin ettin,” dedi Odin. “İlgilenmem gereken çok önemli bir mesele var. Eve dönmeden önce günlerce at sürmeliyim. Düşmanlarımızın, aşağı diyarlardaki buz devlerinin karanlık topraklarından geçmeliyim; sonra oranın da ötesine, çok az kişinin uğradığı yerlere gitmeliyim. Neyse ki biz tanrılar şanslıyız, zira bizim adımıza köprüyü Heimdall koruyor. Büyüyen çimenleri ve hatta koyunların sırtlarında gürleşen yünlerini bile duyan keskin kulakların olmasaydı düşmanlarımız çoktan karanlığı aşıp Asgard’a hücum etmişlerdi.”

      Odin konuşurken her ikisi de altlarında yayılan topraklara baktılar, Heimdall’ın köprü başında yer alan, parıl parıl parlayan kalesinden yayılan ışık haricinde her yer karanlıktı. Yalnızca, sislerin arasından yükselen buzdağlarının ışıltılı zirvelerini görebiliyorlardı.

      Odin, buzdağlarına bakarken şöyle dedi: “Düşmanlarımız güçlü. Asgard ve dev diyarı arasında sürekli mekik dokuyan Loki hakkında da şüphelerim var. Düşmanlarımızı uzak tutmak için senin tüm ihtiyatına ve devlerin ölümcül düşmanı Thor’un tüm gücüne ihtiyacımız var. Asgard’ı ve insanların diyarını koruyabilmek için kim bilir ne denli büyük bir bilgeliğe ihtiyacım var!”

      Heimdall’ın kalesine doğru yola koyuldular. Kale, köprü başının yanında bulunan yüksek bir dağın üstündeydi. Köprüyle aynı maddeden yapıldığı besbelliydi ve göğe doğru yükselirken ay ışığıyla yıkanmış buluttan bir yapıyı andırıyordu. Aslına bakılacak olursa kendisine ait hafif bir ışıkla parlıyordu. Bu parlaklık kaleden çıkıp her yöne doğru saçılıyor, devlerin soğuk ve sisli topraklarının bir kısmını aydınlatıyordu. Dolayısıyla, bu yolu izleyip de Heimdall tarafından fark edilmeden köprüye yaklaşmak, Heimdall’ın kulakları bu kadar hassas olmasa bile imkânsızdı. Sonra bir de kale vardı tabii. Kale iyiden iyiye güçlendirilmişti, etrafı yüksek surlarla çevriliydi. Surların önünde bir de hendek vardı; bu hendekteki sular, tıpkı Asgard’daki nehrin suları gibi, tanrıların düşmanları temas ettiği takdirde alevlere dönüşen bir sis tabakasıyla örtülüydü.

      Kaleye ulaştıklarında Heimdall, “İçeri buyurun Odin. Uzun bir seyahatten geldiniz, önünüzde de zorlu bir yol var,” dedi.

      Geniş bir salona girdiler, salonun duvarları beyaz mermerden ya da kaymaktaşından inşa edilmişti. Tüm süslemeler gümüştendi. Duvarların üstü gümüş üzüm salkımlarını taşıyan asmalarla doluydu, üstlerindeki kemerlerden eşi benzeri görülmemiş boynuzlar ve kandiller sarkıyordu. Tıpkı Heimdall gibi beyazlara bürünmüş uzun gençler, maşrapalar dolusu köpüklü bal likörü11 getirdiler.

      İki tanrı, likörleri içip samimiyetle sohbet ettiler. Ardından Odin ayağa kalkarak şöyle dedi: “Heimdall, senden bir iyilik isteyeceğim. Ben dönene kadar benim için Sleipnir’e göz kulak ol. Onu emanet edebileceğim çok az kişi var, senin yanında güvende olacağına eminim. At beni yarı yolda bırakabilir, çünkü soğuk ve karanlık diyarlardan geçip bilinmeyene ulaşmak istiyorum.”

      Heimdall, sarp dağın aşağısına doğru kısa bir mesafe boyunca Odin’e eşlik etti, ardından tanrıların köprüsünü koruma vazifesine geri döndü.