izin verdi, zincirler etrafına bağlanırken usulca bekledi. Zincirler bağlandıktan sonra Fenrir adalelerini gerdi, zincir göz açıp kapayıncaya kadar birkaç parçaya bölündü. Tanrılar, bu olan bitenler onları eğlendirmiş gibi davrandılar, kurdun gücünü övüp bu oyunu başka bir gün tekrar oynamak istediklerini söylediler.
Artık kurdu zapt edecek zincirleri yapmanın kolay bir iş olmayacağını anlamışlardı. Bu kez en yetenekli metal işçilerini tuttular, onlar da bu ikinci zincirin dövülebilecek en güçlü zincir olması için ellerinden geleni yaptılar. Zincirin yapımı bittiğinde böylesi bir zincirin Dokuz Diyar’da daha önce hiç görülmediği ileri sürüldü.
Daha önce olduğu gibi yine Fenrir’e gittiler. Zincir o denli ağırdı ki birkaç tanrı yerde sürüye sürüye getiriyordu, böylesine ağır bir zincirin getirildiğini gören Fenrir şüphelendi. Bağlanmayı reddetti. Bunun üzerine tanrılar, içindeki güç gururu kabarana dek kurdun kibrinin üstüne gittiler. Gücünü göstermeye hevesli olan Fenrir, tüm vücudu demir bağlarla kaplanana dek zincirin etrafına dolanmasına izin verdi. Sonra yerde yuvarlanıp devasa kaslarını sıktı. Zincirin halkaları, sanki kırılgan bir metalden yapılmış gibi paramparça oldu. Bunu gören tanrılar, duygularını ellerinden geldiğince gizlemeye çalışarak kurdun gücünü ve cesaretini her zamankinden daha fazla övdüler.
Odin, engin bilgeliği sayesinde, Fenrir’in zincire vurulmasının ne denli önemli olduğunu fark etmişti. Bu amaca hizmet edecek kadar güçlü bir zincirin Asgard’da dövülemeyeceğini anladığında, güçlü bir zincir alması için Skirnir’i kara elflerin yurduna gönderdi. Zira tanrılar her ne kadar yüce varlıklar olsalar da elfler ve devler bazı meselelerde onlardan daha çok şey biliyordu. Gerçekten de kara elfler, Skirnir’e verdikleri zinciri yapabildiklerine göre oldukça bilge ve yetenekli olmalıydılar. Zincirin yapımında kullanılan materyalleri nasıl elde ettikleri bir gizemdi, çünkü Asgard ya da Midgard’da çok nadir görülen altı maddeyi kullanmışlardı: Kedinin ayak sesi, kadın sakalı, dağ kökleri, ayının sinir uçları, balık nefesi ve kuş salyası. Böyle şeylerden bir zincir yapılabileceğine inanmak bile güçtü. Bu sebeple yaptıkları zincirin, ipek bir ip kadar yumuşak ve ince olması ya da Dokuz Diyar’da yapılan herhangi bir zincirden çok daha kuvvetli olması bir mucize değildi.
Skirnir, katetmesi gereken mesafe göz önüne alınacak olursa bu işi hemencecik halletti. Tanrılar, Skirnir’in beraberinde narin, ipeksi bir bağ getirdiğini gördüğünde memnun oldular. Bu kez başarılı olacaklarından emindiler, zira kara elfler tarafından yapılan şeyler her zaman müthiş niteliklere sahip olurdu.
Tanrılar, Fenrir şüphelenmesin diye kayalık bir adaya gezinti düzenleyeceklerdi, bu gezinin tüm amacının eğlence olduğuna dair numara yapıyorlardı. Eğlence, başlıca güç denemelerini içerecekti. Fenrir onlarla gitti. Ortalıkta herhangi bir zincir görseydi bunun pis bir oyun olduğundan şüphelenirdi, ama ortalıkta zincir falan görmemişti.
Adaya varır varmaz mücadelelere başladılar. Yarıştılar, engeller üzerinden atladılar, ok atıp güreştiler; kısacası, güç ve yetenek gösteren her şeyi yaptılar. Yarışmalar bittikten ve kazananlar ödüllendirildikten sonra Fenrir’e yakın bir çimene oturdular, konuşup şakalaştılar.
Tanrılardan biri, bağrından büyülü bağı çıkardı ve yanındakine uzatıp “Bu bağın göründüğünden daha güçlü olduğunu söylüyorlar. Bir dene bakalım, koparabilecek misin,” dedi. Bağı alan tanrı, beyhude de olsa bağı koparmayı denedi. Sonra bir nükte yapıp yanındaki diğer tanrıya uzattı, böylece bağ elden ele gezdi.
Herkes deneyip başarısız olunca Skirnir, sanki tam o an aklına gelmiş gibi “Bir de Fenrir denesin. Başka hiçbir şey yapamasa bile, zincirleri kırma konusunda epey güçlü,” dedi.
Böylece tanrılardan biri bağı uzattı. “Fenrir, gücünü bu küçük iple sınamak ister misin? Belki böylesine ince bir bağla bağlanmayı küçümsüyorsundur, fakat bu bağ bizim ellerimizin koparamayacağı kadar kuvvetli.”
Kurt bu sınavı reddetti, çünkü bir hainlikten şüpheleniyordu. Bunun üzerine tanrılar onu kışkırttılar, öyle bir bağla bağlanmayı yalnızca korkakların reddedeceğini söylediler. Bu kışkırtmalar Fenrir’in kibrini uyandırdı; en sonunda bu bağın vücuduna bağlanmasına izin verdi, ancak iyi niyet göstergesi olarak bu iş yapılırken tanrılardan birinin sağ elini çenesinin içine koyması gerektiğini öne sürdü.
Bu öneriyi duyan tanrılar birbirlerine endişe dolu gözlerle baktılar. Ama kısa bir duraksamadan sonra Tyr, sonucun ne olacağını iyi bildiğinden kurda yaklaştı, sağ elini kurdun dişlerinin arasına koydu ve kahkaha atarak, “Merak etme Fenrir, bunun yalnızca bir şaka olduğunu göreceksin!” dedi.
Kurt, ipin vücuduna bağlanmasına izin verdi. Büyülü bağ sıkıca bağlandığında Tyr hariç tüm tanrılar geri çekildi, çünkü mücadelenin korkunç olacağını biliyorlardı.
Canavar kaslarını sıktı, ne kadar çok çabalarsa bağın da o kadar sıkılaştığını fark ettiğinde Tyr’ün elini ısırıp bileğinden kopardı, sonra yerde yuvarlanmaya başladı, gökyüzünü öfke ve çaresizlik uğultularıyla dolduruyordu. Beyhude çabalarının ardından bitkin düştükten sonra, tanrılar onu alıp Asgard’a geri götürdüler.
Odin, Fenrir’i, Niflheim’in altındaki işkence topraklarının19 birinde bulunan kayalık bir ada üzerindeki karanlık bir mağaraya gönderdi. Toprağın alt tabakalarında bulunan bir taşa zincirlendi, çenesini açık tutmak için ağzına bir kılıç yerleştirildi; öyle ki, kılıcın kabzası alt çenesine, ucuysa damağına sabitlenmişti. Ağzından zehirli bir nehir doğup akmaya başladı. Fenrir, Tanrıların Alacakaranlığı -yani Ragnarök- gelene dek orada kalacaktı.
Cesur Tyr, fedakârlığı sayesinde Asgard’ı tehlikeli bir düşmandan kurtarmıştı.
ÖLÜLERİN YARGI SALONU
Odin ve diğer tanrılar, her gün Bifrost üzerinde yolculuğa çıkar, güneye doğru gidip aşağı diyarlara inerlerdi. Gökteki köprünün güney ucunda, Yggdrasil’in üçüncü kökünü sulayan bir kuyu vardı. Eski bir kitapta yazılanlara göre bu kuyunun suları “öylesine kutsaldı ki temas ettiği her şeyi yumurtayla yumurta kabuğu arasındaki ince zarın bembeyaz bir rengine dönüştürürdü.” Yggdrasil’in kökleri, bu kuyunun sularıyla besleniyor, bunun bir sonucu olarak da bir gümüş kadar saf görünüyordu. Tüm kuğuların ataları olan iki bembeyaz kuğu, bu kuyunun yüzeyinde süzülürdü. Kuyunun ağzı, tıpkı Mimir’in kuyusunun ağzı gibi oldukça kalın bir altın tabakayla kaplanmıştı.
Ölüler Diyarı’nın Kraliçesi, Yüce Norn Urd, iki kız kardeşiyle birlikte bu kuyunun yanında yaşıyordu. Emrine uymak için hazır bekleyen bir dolu ulak ve hizmetçi vardı. Hükmettiği topraklar çok genişti, hükmü Niflheim’in altındaki karanlık topraklara kadar uzanıyordu. Midgard’da ölen tüm canlılar, önce onun kuyusunun yanındaki büyük mahkeme salonuna gelirlerdi. Tanrılar, Urd’la birlikte oradakilerle buluşup onları yargılamak için her gün titrek köprüden geçerek aşağı diyarlara inerlerdi. Demirden yapılmış ağır savaş arabası köprüye zarar verebileceği için yıldırım tanrısı Thor bu köprünün üzerinden geçemiyordu; bu yüzden oraya ulaşmak için üç nehir geçmek zorundaydı.
Yüce mahkeme salonu kutsal bir yerdi. Orada verilen kararlar, ister merhametli ister acımasız olsun, her zaman adildi. Yaşamları boyunca kötülük etmiş ölümlüler işkence diyarına gönderilirdi. Savaş alanında yaşamını yitirenler ise Herkesin Babası Odin’in ya da Æsir’le birlikte Asgard’da yaşayan Vanir20 tanrıçası