eden buz devleriydi. Denizdeki buzdağlarından biri, uzaklardan gelen bir gök gürültüsünün sesine benzer bir gürültüyle paramparça olmuştu. Odin bu gürlemeleri ve çatırdamaları duyabiliyordu. Bazen fark edemediği küçük şelalerden tepesine buz gibi sular dökülüyor, o anlarda devlerin boğuk rüzgârların kükreyişini andıran yavaş ve ağır kahkahalarını işitiyordu. Yolculuğunun bir bölümünde buzdan bir alana vardı, etrafındaki pus dağıldığında bu alanın bembeyaz kar tabakasıyla örtülü bir halde her yöne doğru uzanan dümdüz bir yer olduğunu fark etti. Gıcırdama ve çatırdama sesleri kesilmişti, artık devlerin kahkahasını da duymuyordu. Her yere mutlak bir sessizlik hâkimdi. Bir başına, yıldızların altında öylece durdu.
Odin, buzlu bölgede uzunca bir süre seyahat ettikten sonra, buzdağlarının yerini amansız kara dağların aldığı bir ülkeye vardı. Orada burada, dağ devlerinin dağların tepelerinde bulunan sığınakları belli belirsiz göze çarpıyordu. Yolculuğuna devam ettiği sırada kimi zaman hareket eden devasa taş yığınlarını andıran bu devleri açık seçik bir halde ayırt edebiliyordu. Sis olmamasına ve sönük de olsa bir şafak ışığı pırıltısına karşın bu topraklar da buz toprakları kadar iç karartıcıydı, çünkü burası çok ıssızdı. Ortalıkta yeşile dair hiçbir şey yoktu, her yere amansız dağlar ve siyah derinlikler hâkimdi; bu siyah derinlikler, Hvergelmir Kaynağı’ndan doğup soğuk kuzey denizine dökülen nehirlere ev sahipliği yapıyordu.
Uzunca bir süre seyahat ettikten sonra Odin, göz alabildiğine uzanan sazlıkları gördüğü yüksek bir noktaya vardı. Loş ışıkta, sazlığın karşısına giden, sağlam zeminli dar bir patikayı ancak ayırt edebildi. Tam karşıya geçecekti ki devlerden biri onu gördü, çok geçmeden yaratıklardan oluşan bir birlik Odin’in ardından tökezleye tökezleye koşmaya başladı. Ona ulaşmanın imkânsız olduğunu kavradıklarında ise tüm gökyüzünü haykırışlarıyla inleterek kocaman sopalarını sağa sola salladılar. Ardından korkunç bir rüzgâr çıktı, öyle ki bu rüzgâr neredeyse Odin’i o daracık patikadan savurup atacaktı. Ejderha şeklindeki bulutlar, ağızlarını açıp kuvvetli rüzgârlar üflüyordu. Nihayetinde sağ salim karşıya geçmişti, ancak hüsranla karışık öfke uğultuları Odin’in arkasından yankılanmaya uzunca bir süre devam etti.
Sonrasında bir nehre vardı. Nehrin koyu, hızlı akıntısı beraberinde sivri taşlar ve demir parçaları taşıyordu. Ölümcül akıntının üzerinde hiçbir köprü bulunmuyordu, fakat Odin bir ağaç parçasının üzerinde güvenle karşıya geçmeyi başardı.
O âna dek gördüğü en yüksek dağlar güney yönünde belirmeye başlamıştı. Biri diğerlerinden daha yüksekti, yamaçlarından ise on iki nehir akıyordu. Tepesinde buz gibi soğuk kaynak Hvergelmir vardı. Dünya Ağacı Yggdrasil’in üç kökünden biri, bu kaynağın sularıyla besleniyordu. Yine bu kaynaktan çıkan nehirler her yöne dağılıyordu; bazıları devlerin soğuk ve sisli topraklarından geçip kuzey okyanusuna, bazıları ise güneye, Dünya Ağacı’nın iki kökü altında kuyularını koruyan Mimir13 ve Urd’un14 engin diyarlarına doğru akıyordu.
Odin dağa doğru yaklaşınca yolu kasvetli bir mağaraya düştü, burada bir köpeğin hırıltısı ile demir bir kapının gıcırtısını duyuyordu. Bu kapının Niflheim’in aşağısındaki işkence diyarına açıldığını biliyordu; bu diyar öyle bir diyardı ki o âna dek aştığı yollardan çok daha karanlık, çok daha korkunç bir yerdi. Mağaradan çıkınca yolu dosdoğru dağa yöneldi. Dağın zirvesinde yalnız başına duran bir gözcü vardı. Bu gözcü, kaynağın güvenilir koruyucusu, devlerin ise ölümcül düşmanıydı.
Odin’in yaklaştığını görünce onu selamladı. “Yaratıklar size zarar vermeye çalıştı mı, Odin? Nefret dolu canavarlar, Tanrıların Babası’nı öldürüp Asgard’ı ele geçirmekten memnuniyet duyarlardı. Dikkat edin, Loki onlarla çok fazla zaman geçiriyor. Onu sık sık oralarda görüyorum. Karanlık sayesinde tamamen gizlendiğini düşünüyor, ancak benim gözlerim karanlıkta da görebiliyor.”
Odin cevap verdi: “Evet Egil, senin gözlerinle Heimdall’ın kulakları, düşmanlarımıza karşı en iyi savunmamızı oluşturuyor. Gördüğün gibi sağ salim gelebildim. Eğer beni tanısalardı daha büyük bir şiddetle saldırırlardı. Loki’ye gelince, ne denli tehlikeli biri haline geldiğinin farkındayım. Yine de henüz onu Asgard’dan süremem, zira onun masum olduğunu düşündüğüm günlerde, henüz ikimiz de gençken ettiğim bir yemine bağlıyım. Her neyse Egil, acele etmeliyim. Tamamlamam gereken mühim bir iş var.”
Odin dağın güney yamacından iniyordu ki birkaç gündür kasvetli topraklar yüzünden bitkin düşmüş gözleri hoş bir manzarayla karşılaştı. Bulunduğu bölge hâlâ dağlıktı, ancak tamamen karanlık ve çorak değildi. Taşların üstünde değerli metaller ışıldıyor, etrafta ise parıldayan mücevherler ve kristallerle kaplı mağara ağızları bulunuyordu. Odin durup kulak kabarttığında cücelerin çekiçlerinin, kazmalarının sesini duyabiliyordu. Şafak hâlâ tam olarak sökmemişti, yine de zaman zaman gökyüzünden ışıklar saçılıyor, dağların üzerinde hoş renkler dans ediyordu.
Odin daha sonra geniş bir nehri geçmek zorunda kaldı, bunun ardından belli bir uzaklıkta bulunan muhteşem bir kale gördü. Bu kale, alışılagelmedik bir biçimde süslenmişti. Kalenin köşelerinde sırıtan taş ejderhalar vardı, mücevherlerden yapılmış gözlerinin üstüne ışık vurdukça bu gözler ateş gibi parlıyordu.
İnce sütunlarına altından yılanlar, bakırdan kertenkeleler dolanmıştı; metal asmalar duvarları sıkı sıkı sarıyor, çiçekler için kıymetli taşlar taşıyordu. Yapının bir bölümünden bir alev yükseliyordu, besbelli ki orada bir şeyler yapılıyordu.
Bu tuhaf kale, tanrılar için müthiş silahlar ve ziynet eşyaları yapan ünlü zanaatkâr cücelerin, Sindri ve erkek kardeşlerinin yuvasıydı. Ivaldi’nin oğulları dışında hiç kimse beceri konusunda onların yanına dahi yaklaşamazdı. Ivaldi’nin oğulları bir miktar dev kanı taşıyorlardı; zanaatkâr oldukları kadar büyücü oldukları da söyleniyordu. Onlar ve cüceler arasında bir çeşit rekabet vardı, fakat birbirlerine kızgın değillerdi. Odin kalenin yanından geçti, ama içeri girmedi.
Odin yoluna devam ettikçe dağlar tüm o yabani vahşiliklerini yitirerek, gökyüzüne yumuşak çizgilerle yükselmeye başladı. Artık ormanlarla, asmalarla örtünüyorlardı. Yamaçlarından dereler akıyor, bu dereler puslu birer şelaleye dönüşüyordu. Dağların arası huzur veren vadilerle doluydu, çok yükseklerde ise sonsuz günbatımının tonlarıyla ışıldayan bulutlar vardı. Bu topraklar, karanlık gecenin ve göz kamaştıran öğle vaktinin hiç uğramadığı yerlerdi.
Dağlar gitgide yumuşayarak tepelere dönüştü, en sonunda bu tepeler de altın tahıllar ya da uzun ve dalgalı çimenlerle kaplı düz çayırlıkların geniş sahası içinde yok oldu. Etrafta derin ve huzur dolu nehirler akıyordu. Her yerde çiçekler açıyor, rengârenk tonları küçük su birikintilerinin durgun suları üzerine yansıyordu. Geyik sürüleri ürkekçe Odin’e yaklaştı, o yürüdükçe kuşlar cıvıldadı. Yaprakları hareket ettiren tek şey narin esen meltemdi, tüm sesler alçak ve hoştu.
Güney ufkunda beyaz bulut kümeleri görülüyordu, birbirleri üstüne birikip yüksek bir yığın oluşturmuşlardı. Fakat Odin onlara doğru yürüdükçe bu bulutların mermerden dağlar olduğunu fark etti, kutsal bir yeri çevreledikleri aşikârdı. Binbir çeşit renk altında âdeta yıkanırken, bembeyaz gözcüler gibi dikiliyorlardı.
Bu mermer duvarın üzerinde bir giriş yokmuş gibi görünüyordu. Ne var ki Odin buraya vardığında mermerin üstüne asasını vurdu ve bir kapı açıldı. Odin’i ciddi,