bulunuyordu, her yanda nadir bitkiler çiçek açmıştı. Bir göletin yanında kocaman bir kaplumbağa vardı, sırtı çağlar boyunca oluşmuş kabuklarla kaplıydı, ışığın altında tembelce yayılıyordu. Muhteşem gözlere sahip zararsız yılanlar, ağaç gövdelerinin etrafına dolanıyordu. Ejderhalar kanatlarını kıvırmış uyuyordu. Bunların yanı sıra birçok kadim ve görülmemiş yaratık da ya korulukların ortasında dinleniyor ya da mermer duvarların oyuklarının altında ışıkla yıkanıyordu. Canlı renklere sahip kuşlar bir daldan diğerine uçuyor, bu sırada tavus kuşları da gururla yürüyerek kuyruklarını açıyordu. Manzara, üzerine düşen ışık sayesinde daha da hoş bir hal alıyordu. Bu ışık, gün ışığı değildi. Nereden geldiği de belli değildi, ama yumuşak aydınlığıyla vadiyi âdeta bir huzur seline boğuyordu.
Odin, bir süre boyunca bu manzarayı izledi, sonra vadinin ortasına doğru yavaşça yürüdü. Devasa endamıyla bir adam, Dünya Ağacı’nın kökünün altında oturuyordu, görünüşe göre tüm dikkatini kuyunun sularını izlemeye vermişti. Uzun gümüşi bukleleri omuzlarının üzerinde salınıyor, beyaz sakalıysa göğsüne düşüyordu. Yüzünde hiçbir yaşlılık belirtisi yoktu, buna rağmen kafasını kaldırdığında derin mavi gözlerinde çağların bilgeliğinin ışıltısı belirmişti, tüm tavırlarına kusursuz bir huzur hâkimdi. Eli, oldukça kalın bir altın tabakayla kaplanmış kuyu ağzının üstünde duruyordu. Hemen yanında çok büyük bir sandık vardı, ilginç bir biçimde oyulmuştu ve geçmiş çağlardan hazineleri içeriyordu. Bu sandığın üstünde gümüş bir borazan duruyordu, bu borazanın üstünde ise altından rünlerle Heimdall’ın adı yazılıydı.
Odin iyice yaklaşınca Mimir ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Hoş geldin Odin! Görüyorum ki kuzeyden geliyorsun. Bu kez zor bir yol seçmişsin, üstelik yürüyerek gelmişsin!”
“Evet, Mimir,” diye cevap verdi Odin. “O yolu seçtim, çünkü hasımlarımın topraklarını keşfetmek istedim. Sana danışmak, yardım almak için geldim.”
“Biliyorsun, sana seve seve yardım ederim,” dedi Mimir.
“Hevesini anlıyorum,” diye cevap verdi Odin. “Fakat bu kez, daha önce senden hiç istenmemiş bir şey isteyeceğim. Tehlikeler, hükümdarlığımın etrafını dört koldan çevrelemiş durumda. Loki gitgide kötülüğe yöneliyor. Demirorman’ın Cadısı’yla15 evlendi, çocukları bizim ölümcül düşmanlarımız olacak gibi duruyor. Üstelik bildiğin üzere, buz devleri ve dağ devleri de bir zafer ihtimali gördükleri anda bize saldırmaya hazırlar. Asgard ile insanların dünyası Midgard’ı korumak ve yönetmek için şüphe yok ki yüce bir bilgeliğe ihtiyacım var.”
Her ikisi de bir süreliğine sessiz kaldı, sonra Odin samimiyetle Mimir’e bakarak “Bu bilgeliği kazanmak için de derin kuyundan bir yudum su içmek istiyorum,” dedi.
Uzun bir sessizlikten sonra Mimir yavaşça konuştu. “Bu çok büyük bir istek Odin! Bunun bedelini ödemeye hazır mısın?”
Odin hevesle cevap verdi. “Evet! Asgard’daki tüm altınları, en iyi kılıçlarımızı ve mücevherlerle kaplı kalkanlarımızı verebilirim! Hatta o değerli sudan bir yudum içebilmek için Sleipnir’i bile veririm!”
“Bunlar, arzuladığını sana kazandırmaz,” dedi Mimir. “Bilgelik, yalnızca acı ve fedakârlık sayesinde kazanılabilir. Bilgelik uğruna gözlerinden birini verebilir misin?”
Odin’in çetin çehresinden bir gölge geçti, uzun uzun düşündü. En sonunda ağır ağır şöyle dedi: “Eğer ihtiyacım olan bilgeliği bana kazandıracaksa gözlerimden birini verecek, gerekli her acıyı çekeceğim.”
Odin’in o gizemli vadide ne acılar çektiğini, neler öğrendiğini kimse bilmiyordu. Bazıları, Mimir’in kuyusundan bir yudum alabilmek için gözlerinden birini gerçekten verdiğini söylüyor. Fakat bu konuya dair “Odin’in Rün Şarkısı” adı verilen eski şarkıda hiçbir ibare bulunmuyor. Üstelik en eski şiirlerin bazılarında da Odin’in tek gözlülüğüne dair hiçbir belirti yok. Bu sebeple ondan böyle bir fedakârlıkta bulunmasının istenmiş olması şüphelidir. Odin, rün şarkısında şöyle söylüyor:
Tam dokuz gece
rüzgârlı bir ağaçta
sallandım da sallandım.
Sonradan Odin’e sunulmuş
bir mızrakla yaralandım;
kökünün nereden geldiğini
kimsenin bilmediği
o ağaçta,
kendimi kendime feda ettim.
Kimse vermedi bir ekmek,
ya da bir boynuz içecek.
Aşağı doğru baktım,
elimi rünlere uzattım.
Hepsini inleyerek bir bir öğrendim
sonra o ağaçtan aşağı indim.
Bestial dölü Bolthorn’un
ünlü oğlundan dokuz tesirli
şiir öğrendim;
Odhrasrir’den alınmış
o değerli likörden
bir yudum içtim.
Sonra büyümek ve serpilmek için,
başladım meyve vermeye
ve birçok şeyi bilmeye.
Kelime kelime
aradım kelimeleri;
hakikat hakikat
aradım hakikatleri16.
KURT BAĞLANIYOR
Odin, uzun süren yokluğunun ardından Asgard’a geri döndü. Onun her zamankinden daha vakur ve haşmetli göründüğü konusunda herkes hemfikirdi. Görüp işittiği muhteşem şeyleri eşi Frigga17 hariç hiç kimseye anlatmadı. Frigga da kendisine açılan sırlardan kimseye bahsetmedi.
Odin döndüğünde Loki uzaklardaydı. Bu sebeple Odin, sinsi tanrı ile Demirorman’ın Cadısı’nın çocuklarını, kimseye zarar veremeyecekleri bir yere koymak için harekete geçti.
Çocuklar, anne ve babalarına çekmişti. Biri henüz tamamen büyümemiş bir kurttu, adı Fenrir’di. Odin, Fenrir’i Asgard’a getirip Æsir’in en güçlü, en cesur üyelerinden Tyr’ün18 sorumluluğuna bıraktı. Diğer çocuk tehlikeli bir yılandı, bu yılan da insanların dünyası Midgard’ı çevreleyen Okyanus’a konuldu. Bu yılan suyun dibine ulaştığında büyümeye başladı, öylesine hızlı büyüyordu ki çok geçmeden Midgard’ın etrafını tamamen çevrelemişti; kuyruğu ise büyüyecek başka bir yer olmadığı için boğazının içine doğru büyümeye başlamıştı. O günden sonra bu yılan, “Midgard Yılanı” olarak anılmaya başladı. Gelgelelim üçüncü çocuğun görüntüsü bu yaratıklardan bile daha korkunçtu.
Bir kız görünümündeydi, ama annesi Demirorman Cadısı’nın katı kalbine sahipti. Vücudunun yarısı kireç gibi bembeyazdı, kimse ona bakmaya cüret edemiyordu. Odin, bu çocuğu, Dünya Ağacı’nın üçüncü kökü altındaki çeşmeyi koruyan, ölüler diyarının hükümdarı Urd’a yolladı. Urd da bu korkunç çocuğu Niflheim’in altında bulunan işkence dünyasının başına kraliçe tayin etti.
Loki’nin küçük çocukları, en azından şimdilik güvenli yerlere gönderilmişti. Oysa kurt Fenrir, her