Oliver Tearle

Gizemli Kütüphane


Скачать книгу

çıkarır ve aptalın saçlarını keser. Berberin nöbeti dolduğunda yerine geçmesi için aptalı uyandırır. Aptal, kel kalan kafasına dokunarak: “Berberin salaklığına bak! Benim yerime keli uyandırmış,” der.

      Bu alıntı günümüze ulaşan en eski fıkra kitabı Philogelos’tandır. Bu, tarihteki ilk fıkra derlemesi olmayabilir ancak günümüze ulaşanların en eskisidir ve oldukça kapsamlıdır. Fıkraların bazıları hâlâ komiktir, tabii bu biraz da espri anlayışınıza göre değişir. Bir köle sahibi ile müşterisinin arasında geçen konuşmayı anlatan bir fıkraya, Monty Phyton’un “Ölü Papağan” skecine klasik dönemden gelen cevap bile denmiştir. Memnuniyetsiz bir müşteri, köle sahibine giderek kendisine sattığı kölenin öldüğünden şikâyet eder. Köle sahibi çok şaşırır ve “Benim kölemken hiç öyle bir şey yapmamıştı,” der. Yüzeysel de olsa benzerlik kesinlikle mevcuttur. Ancak önemli olan şakaların yapılarındaki büyük benzerliktir: Bir veya iki satırlık anlatım, birçok modern komedyenin yaptığı gibi kısa ve öz bir biçimde kurguyu ve can alıcı cümleyi barındırır.

      Philogelos, kabaca “kahkaha sever” veya “şakacı” anlamına gelmektedir. Hieorokles ve Philagrios adlı iki Yunan tarafından, üçüncü veya dördüncü yüzyıl civarlarında Yunanistan Roma İmpratorluğu’na katıldığında derlenmiştir. Yaklaşık 260 kısa fıkranın bulunduğu eserde fıkraların her biri farklı türden kişilerin etrafında döner. Fıkraların birçoğu aptallar veya şapşallar hakkındadır. Ancak çeşitli etnik gruplar, yani Yunan doğacak kadar şanslı olmayan herkes hakkında veya herkesin aleyhinde fıkralar da mevcuttur. Bu etnik gruplar arasında aptallıklarıyla tanınan Kyme halkı, oldukça aptal oldukları düşünülen Saydalılar ve aptal olmakla birlikte fıtıktan çok fazla mustarip olma ününe sahip Abderalılar vardır.

      Philogelos’un en güzel bölümleri, bizim mizah anlayışımızla birçok ortak noktaya sahiptir. En çok bilinen fıkralardan biri berber ve müşterisi arasındaki alışverişi anlatır. Berber, müşterisine saçınızı nasıl keseyim diye sorar; müşterisi de “Sessizlikle,” cevabını verir. Başka bir fıkrada paraya sıkışık bir adam vasiyetinde kendini mirasçı olarak gösterir; bir başkasındaysa tek yumurta ikizlerinden biri ölür ve hayatta kalan ikizi gören bir aptal “Ölen sen miydin yoksa kardeşin miydi?” diye sorar. Kadınlarla alakalı şakalar da vardır: Bir tanesinde bir adam arkadaşına gidip “Dün gece karınla yattım,” diye böbürlenir. Arkadaşıysa “Hadi kocası olarak ben mecburum da sen neden yatıyorsun?” der. 1970’li yıllardaki komedyenlerin pek de özgün olmayan şakalar yaptığını söyleyenler kesinlikle haklıdır.

      Philogelos, antik dönemdeki insanların mizah anlayışının bizimkinden hiç de farklı olmadığının kanıtıdır. Şakaların ne kadar komik olduğu tartışmaya açık. Söylenenlere göre Stoacı Yunan filozof Solili Hrissippos, boğazına kaçan inciri çıkarmak için şarap içen eşekle ilgili kendi yaptığı şakaya o kadar çok gülmüştür ki gülmekten ölmüştür. Kulağa pek inanılır gelmiyor. Isaac Newton’ın ise hayatı boyunca yalnızca bir kez, Öklid’i okumanın ona ne kattığı sorulduğunda güldüğü söylenir. Bu da “komedinin elementleri” söyleyişine yeni bir anlam kazandırıyor.

      ORTAÇAĞ

      Ortaçağ İngiltere’sindeki en büyük kütüphanenin kime ait olduğu bilinmiyor ama en güçlü aday Richard de Bury. 14. yüzyılda Durham piskoposluğunu yapmış olan de Bury, dev bir kütüphaneye sahip bir bibliyofildir. Odalarında o kadar çok kitap vardı ki misafirleri oturmaya zor yer bulurdu. Biyografisini yazan Samuel Lane Boardman’ın kendisini “kitapseverler arasındaki koruyucu aziz” olarak tanımlaması hiç de şaşırtıcı değildir. Eğer kitapları, kitap satın almayı, kitaplar hakkında bilgi sahibi olmayı, kitap okumayı veya kitap kokusunu çok seviyorsanız Richard de Bury’yle muhtemelen iyi anlaşırdınız.

      De Bury, ilk kütüphane yönetimi kitabı olan Philobiblon’u (Kitap Aşkı) yazmıştır. De Bury, kitapları neden sevdiğini ve kitaplara iyi bakmanın önemini anlattığı eserini ölümünden kısa bir süre önce, 1345 yılında tamamlamıştır.

      Bu bölümde göreceğimiz gibi, bazı kitaplar doğru kişi tarafından keşfedilerek veya unutulmaktan kurtarılarak günümüze ulaştı. Beşinci yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla başlayıp yaklaşık bin yıl sonra Rönesans’la sona eren ortaçağda yaşam tehlikeliydi. Hayat ucuzdu, hastalıklar çok yaygındı ve savaş yaşamın bir parçasıydı. Piskopos de Bury’nin ahiretteki kütüphaneye katılmasından üç yıl sonra İngiltere vebayla tanıştı ve nüfusun üçte biri öldü. İnsanların bir yıldan ötekine zar zor hayatta kaldığı bir çağda kitapların korunamaması pek de şaşırtıcı değil. Bu koşullara rağmen korunabilen kitaplar da oldu elbette. Bu bölümde ortaçağın yazılı hazinelerini inceleyeceğiz.

      Anglosaksonların Düşünceleri

      Günümüzde Anglosakson (aslında İngiliz) edebiyatının önemli eserlerinden sayılan muhteşem epik şiir Beowulf aslında neredeyse bin yıl boyunca unutulmuştu ve bilinmiyordu.

      Beowulf’un hikâye örgüsü oldukça sadedir. Çoğu kişi şiirin konusunun baş karakterin Grendel adlı canavarı öldürmeye çalışması olduğunu bilir. Ancak pek az kimse Beowulf’un bir değil, üç canavar öldürmesi gerektiğini bilir: Beowulf, Grendel’i öldürdükten sonra Grendel’in annesi gelir. Kahramanımız için öldürmesi daha zor bir canavar da olsa, sonunda Beowulf zafere ulaşarak günü kurtarır. Şiir, son yıllarını yaşayan Beowulf’un üçüncü canavarını (bu sefer bir ejderha) öldürmesiyle sonlanır. Ancak bu karşılaşma, savaşta ölümcül yaralar alan Beowulf’un felaketi olmuştur. Şiir, Beowulf’un ölümü ve cenazesinin denize bırakılmasıyla sona erer. Beowulf’un ne zaman yazıldığı bilinmemekle birlikte, 1000 yılı civarında yazıldığı düşünülmektedir.

      İngiliz edebiyatının ilk büyük eseri olarak görülse de Beowulf, İngiltere’yle pek az yönden alakalıdır. Angılların ve Saksonların istilasından sonra (beşinci yüzyılda Britanya’ya yerleşmeye başlamıştılar) İngiltere’de yazılmasına rağmen Danimarka’da geçen, Almanlar (Kuzeybatı Almanya’daki Angıllar) tarafından anlatılan ve İskandinavlar hakkında bir hikâyedir. İngiltere’de yazılmış olmasına rağmen, yazıldığı tarihlerde “İngilizlik” kavramı daha yeni şekillenmekteydi. Angıllar ve Saksonların Britanya’ya gelmeden önceki sözlü geleneğine ait Germen kahramanlık şiirlerinden büyük izler taşımaktadır. Beowulf’un hikâyesinin, yazılı versiyonundan öncesine dayanıp dayanmadığı ise bilinmemektedir. Fakat “İngiliz” kelimesinin kökeni, Beowulf’u Britanya’ya getiren Germenlere (Angıllara) dayandığından, Beowulf’u edebiyattaki en “İngiliz” eser olarak tanımlamak daha doğru olabilir.

      1066 yılında İngiltere’nin Normanlar tarafından fethedilmesinden sonra Beowulf gözden kaybolmuştur. 1815’te yeniden yayımlanması üzerine unutulmaktan kurtulmuştur. Şiirin günümüze ulaşabilmesi pek çok yönden bir mucize sayılabilir. Modern çağda ilk çevirisinden veya Seamus Heaney’nin çevirisi gibi başka kaynaklardan okuyabilmemizi iki adama borçluyuz: İzlandalı-Danimarkalı akademisyen G. J. Thorkelin ile pek tanınmayan İngiliz milletvekili ve antikacı Sör Robert Cotton.

      Beowulf, on dokuzuncu yüzyılda çoğaltılana kadar tek bir elyazması halinde korunmuştur. Çoğaltılmadan önce dünya üzerindeki tek kopyası, şans eseri Cotton’ın eline geçmiştir. Aslında şu an elimizdeki tüm Anglosakson şiirlerini günümüze ulaşmış dört elyazması sayesinde biliyoruz: Cotton elyazması (Beowulf’un da dahil olduğu), Exeter Kitabı, Vercelli Kitabı ve Oxford’daki Bodleian Kütüphanesi yazmaları.

      Cotton’ın