bu sonuç, aynı zamanda oldukça farklı bir yeryüzü araştırmasına denk gelmişti. Yeryüzünün tarihinde belirli bir yer tutan olaylar dizisini birleştirmek yerine, bu olayların altında yatan nedenleri çözmeye çalışabilirlerdi. Kronoloji uzmanlarından, antikacılardan ve diğer tarihçilerden kavramlar ve yöntemler almak yerine, doğa filozoflarının (bu bağlamda kabaca günümüzdeki fizikçilerle eşdeğer) çalışmalarından yararlanabilir ve temel “doğa kanunları”nı Dünya’nın fiziksel özelliklerine uygulamaya çalışabilirlerdi. Prensipte bu iki proje birbirini tamamlıyordu. Örneğin sadece kutsal metinde değil, doğanın eski eserlerinde de kayıtlı olan Tufan’ın gerçek bir tarihsel olay olduğunu iddia etmek, bu kadar dramatik bir olayın neden oluştuğunu anlamaya çalışmakla oldukça uyumluydu. Steno ile Hooke fosil deniz kabuklarının suyun dışında, karada olmalarına dair fiziksel nedenler ileri sürdüklerinde iki konuyla da ilgileniyorlardı. Ama aslında yeryüzünü doğal nedenler bağlamında anlama girişimi, tarihini yeniden canlandırma girişiminden farklı bir tür teorileştirmeye dönüştü.
Nedensellik teorileri önerenler genellikle yeryüzünü bir bütün olarak açıklayabilecek büyük resmi oluşturmayı hedefliyordu: Sadece bugüne gelmesine neden olan geçmişi değil, doğanın değişmeyen yasalarının devam eden sürecini dikkate alarak, önünde ister istemez uzanan geleceği de çizmeye çalışıyorlardı. Hem geçmiş, hem de gelecek senaryolarını içeren bir model, daha önce 17. yüzyılda yayımlanan çok tanınmış bir eserde yer alıyordu. René Descartes’ın Felsefenin İlkeleri adlı 1644 tarihli kitabı, Fransız filozofun ifadesiyle bütün evrenin “doğanın temel yasalarıyla” yönetilen tahmini bir resmini çizmişti. Yeryüzünü bu görkemli vizyonun içinde incelemişti: Yeryüzü artık eskiden olduğu gibi evrenin tam ortasında duran eşsiz bir cisim değildi, muhtemelen uzaya dağılmış yörüngeli yıldızlar olan çok sayıda benzer gezegenden biriydi (Belki bizimki gibi üzerinde yaşam olan “çok sayıda dünya olması” olasılığı modern uzay araştırmaları ve SETI çağından çok önce hararetle tartışılmıştı). Yeni astronomi bilimi çerçevesinde yeryüzü sadece türünün en erişilebilir örneği olduğu için eşsizdi. Descartes evrenin herhangi bir yerinde, yeryüzüne benzeyen herhangi bir gök cisminin, başından itibaren içinde var olan değişimi ya çoktan geçirdiğini veya gelecekte geçireceğini savunmuştu.
Bu silsile sanki gök cisminin başlangıçtaki durumu (tahminen eski bir yıldız) ve sonra da bunu etkileyen doğa kanunları tarafından belirlenmiş veya programlanmıştı. Descartes’ın görüşüne göre, bundan dolayı cismin yapısı zaman içinde öngörülebilir bir şekilde ister istemez değişmişti. Zamanla başlangıçtaki parlak madde topu konumundan, iç içe geçmiş farklı oluşum tabakalarına ayrılmış olmalıydı. Bunlardan en dıştaki, katı tabaka ya da kabuktu. Descartes zamanı geldiğinde, bu kabuğun çatlayıp kırılacağını savunuyordu. Böylelikle bazı kısımları altındaki sıvı tabakaya gömülecek, bazıları da dışarı doğru kabararak gazlı bir katman oluşturacaktı. Kendi gezegenimizin özel durumunda bu olaylar dağlar, kıtalar ve okyanuslar olarak bilinen çeşitli topografya oluşumlarının ve üstlerindeki atmosferle altlarındaki görünmeyen çekirdeğin (ve varsayımsal sıvı bir tabakanın) ortaya çıkışına neden olacaktı.
Şekil 3.1 Descartes’ın, yeryüzü benzeri her cisim için iki ardışık aşamada, katı kabuk (E, en dıştaki koyu renk tabaka) kırılmadan önce ve sonra, belirli bir değişim sıralamasıyla öngördüğü şematik dilimleri veya kesimleri. Kabuğun bazı kısımları dışarı doğru kabararak en dıştaki gazlı zarfı oluştururken, bazı kısımları da altta yatan sıvı tabakaya gömülmektedir (D). Bunun sonucunda düzensiz bir yüzey topografyası ile üstünde bir atmosfer, altında da görünmeyen bir çekirdek oluşmaktadır. (Gravür masrafından ve 1644 tarihli Felsefenin İlkeleri kitabında sayfa yerinden tasarruf etmek amacıyla, her aşamada kürenin yalnızca yarısı gösterilmektedir.)
Descartes, yeryüzü benzeri cisimlerin bu şekilde yaşayacağı değişim sürecine ilişkin bir zamanlama belirtmemişti. Belirtmesine gerek yoktu. Önemli olan tek şey, doğal süreçler hangi hızda ilerlerse ilerlesin, doğanın kanunlarının böyle bir silsileyi gerektirmesiydi. Ancak gergin politik Karşı Reform dünyasında, süreç konusunda gösterdiği belirsizlik de sağduyulu bir davranıştı. Herkesin bildiği gibi Galileo kozmolojisinin kapsamlı etkileri hakkında Roma’da Katolik yetkililerle kavga etmişti. Descartesın benzer bir kaderle karşılaşmaya hiç niyeti yoktu. Ama aslında teorisi kendi gezegenimize uygulandığı zaman, kronoloji uzmanları tarafından hesaplanan birkaç bin yıla rahatça sığabilirdi. Ayrıca kendisi de Steno, Hooke ve diğer bilginlerin çoğu gibi, bunu sorgulamak için kuvvetli bir neden görmemiş olabilirdi (Bir bütün olarak evrenle ilgili zaman ölçeği bambaşka bir meseleydi).
Her neyse, 17. yüzyılın geri kalanında ve 18. yüzyılın büyük bir bölümünde, Descartes’ın ünlü teorisi, yeryüzünün fiziksel gelişiminde etkili olmuş olabilecek doğa yasalarına aynı şekilde odaklanan birçok kişi tarafından örnek olarak kullanılmıştı. En azından prensipte, böyle bir teori sadece belirli olayları değil (örneğin depremleri veya yanardağları), yeryüzünün bulunan tüm fiziksel özellikleri ve doğal süreçleri açıklamaya çalışırdı. Yeryüzünün geçmişte, bugün ve gelecekte işlemesini sağlayan fiziksel “sistemi”nin tamamı için nedensel bir açıklama getirirdi. (Günümüzdeki en yakın eşdeğeri “Dünya sistemleri bilimi”nin aynı anahtar kelimeyi kullanması rastlantı değildi.) Romanların, sonelerin, manzaraların ve senfonilerin edebi ve sanatsal dallar olması gibi Theory of the Earth – Dünya’nın Teorisi adı, özel bir bilim dalı haline geldi.
“Kutsal” Bir Teori mi?
Bu ismi –önemli bir ilave kelimeyle– kullanan ilk büyük eser, yarım yüzyıl önce Ussher’ın entelektüel yaşamının merkezinde olduğu kadar, kendi döneminin merkezinde olan İngiliz bilgin Thomas Burnet tarafından yayınlanan Sacred Theory of the Earth – Dünya’nın Kutsal Teorisi (Telluris Theoria Sacra, 1680-1689) kitabıydı. Burnet modern anlamda aşırı tutucu biri değildi ama kesinlikle uzun zamandır iki tamamlayıcı güvenilir insani bilgi kaynağı olarak gördüğü doğa ve kutsal kitabı, yani Tanrı’nın “yaptıkları” ile Tanrı’nın “söyledikleri”ni birleştirmeye çalışıyordu. Bu nedenle hem değişmeyen doğa kanunları doğrultusunda oluşan fiziksel olaylardan, hem de kaydedilmiş geçmişle tahmin edilen gelecekten bahsediyordu. Teorisi kitaplarının başındaki süslü sayfalarla aydınlatıcı bir şekilde özetleniyordu. Yeryüzünün sonlu bir geçmiş ve geleceğe sahip olduğunu varsayıyordu. Bugün, tam ortadaydı ve kozmik İsa sembolik olarak başından sonuna, Alfa’dan Omega’ya (İsa’dan Tanrı’ya) tüm drama başkanlık ediyordu.
Descartes’ın başlangıçta kırık olmayan kabuk tabakası, Cennet Bahçesi’ndeki insanın ilk dünyasının sakin, düzgün mükemmelliğine benzetilmişti. Sonradan kabuğun kırılması küresel bir Tufan’a neden olmuş ve Nuh’la özdeşleşmişti.
Şekil 3.2 Burnet’ın Sacred Theory of the Earth kitabının görsel özeti: İngilizce çevirisinin süslü kapağı (1684). Kronoloji uzmanlarının sonlu doğrusal tarihi burada, gelecekte tamamlanacağını simgelemek amacıyla daire şeklinde kıvrılmış. İsa, kendisine atfedilen Yunanca tanımıyla, “Ben Alfa ve Omega’yım,” derken yedi aşamanın birinci ve sonuncusunun yanında bacaklarını açarak ayakta duruyor. Saat yönünde ilerlediğiniz zaman, başlangıçtaki Karmaşa’dan sonra, Tufan’dan önceki cennet gibi yeryüzünün düzgün mükemmelliği geliyor. Sonra da küresel Tufan oluyor (Nuh’un küçücük gemisi yüzerken gösteriliyor). Bugünkü yeryüzü, bildiğimiz kıtalar ve okyanuslarla tam ortada. Hâlâ gelecekte –doğanın değişmeyen