gayet güzel uyuyordu.)
17. yüzyılda birçok bilgin, antik dünyadaki ataları gibi bu kabukların, çok uzun zaman önce denizlerin şu andaki sınırlarının çok ötesine uzandıklarını gösterdiğine inanıyordu. Örneğin Sicilyalı bilgin (ve profesyonel ressam) Agostino Scilla yaşadığı adada ve komşu İtalya topraklarında topladığı kabukların öyküsünü yayımlamıştı. Birinci elden gözlemlerinin, bunların bir zamanlar gerçekten hayatta olan kabuklu deniz hayvanlarının kabukları olduğunu açıkça gösterdiğini iddia etmiş ve diğer alternatifleri “mantığa” hiç uymayan “anlamsız spekülasyonlar” diyerek göz ardı etmişti.
İnsanlık tarihinde, coğrafyanın değişebileceğine ilişkin bilinen en belirgin nokta Nuh Tufanı’ydı. Kircher’in ve diğer birçok bilginin görüşüne göre güvenilir belgesel kaynaklara kaydedilmiş birinci elden sağlam ifadelerin olduğu bu olay, türünün tek örneğiydi. Eğer Tufan, Genesis’teki anlatının belirttiği gibi kapsam olarak dünya çapında olsaydı bu durum, deniz kabuklarının bu kadar yaygın bir şekilde, denizlerden uzakta ve çoğu zaman deniz seviyesinden yükseklerde bulunmasını açıklayabilirdi. Tufan ya da Sel, bu şaşırtıcı doğal nesnelere “sele bağlı” bir açıklama getiriyordu. Bu nesneleri bu şekilde yorumlayanlar, bırakın baskıcı kilise otoritesini, İncil’le bağlantılı dar görüşlü bir gerçekçilik yüzünden bile böyle yapmak zorunda kalmamışlardı. Bu açıklama, en azından başında, deniz kabuklarının kendileri kadar doğal görünmüştü. Ayrıca bu tarihsel bir açıklama olduğundan, Tufan’ın sebebinin ne olduğu konusundaki belirsizlik, onu reddetmek için gerekçe olmamıştı. Tufan’ın tarihsel gerçekliği (ya da gerçekdışılığı), onun nedeninin keşfedilmesinden ayrı bir konu olarak görülüyordu (nedeninin doğal olduğu düşünülüyordu ama aynı zamanda nihai amacının, ilahi olduğu da söyleniyordu).
Bu deniz kabuklarını Nuh Tufanı’na bağlayan bilginler çoğu zaman bunun Genesis’in ve aslında genelde İncil’in güvenilirliğini artıracağını ummuşlardı. Ancak bu amaçlara karşı çıkanlar ve değişikliklerin Tufan yüzünden olduğunu inkâr edenler veya bundan kuşku duyanlar yine de kabukların büyük coğrafi değişikliklerin güvenilir doğal kanıtları olduğunu kabul edebiliyordu. Bu değişiklikler insanlık tarihinin o kadar başında yaşanmıştı ki bunlar kaydedildiyse bile, sadece karmakarışık mitolojiler ve efsaneler şeklinde kaydedilmişti. Ancak bunların mitolojik unsurları, gerçek karakterlere dayandırma yani euhemerizm yöntemiyle arındırılabilirdi. Kircher ve diğerlerinin iddia ettiği gibi bugünkü kıtaların büyük bölümü bir zamanlar sular altında olabilirken bunun aksi de mümkündü. Platon eskiden üzerinde yaşanan (ve olası yerinin çok tartışıldığı) Atlantis topraklarının şimdi denizle kaplandığını kaydetmişti. Her durumda, denizden uzak iç kesimlerde bulunan deniz kabukları gibi doğal eski eserler, birçok bilgin tarafından büyük bir gayretle toplanmış ve dolaplarında, insan eliyle yapıldığından kuşku duyulmayan daha geleneksel eski eserlerin yanında saklanmıştı. Bunların hepsi insanlık tarihinin ilk dönemleri için potansiyel kanıtlardı.
Tufan’ın veya diğer önemli coğrafi değişikliklerin iddia edilen izlerinin tamamı, Scilla’nın deniz kabukları kadar kolay yorumlanamamıştı. Bunlar toplu olarak “fosil” adıyla bilinen çok daha büyük ve kapsamlı nesneler grubu içinde yalnızca bir kategoriydi. Bu kelime aslında sadece “kazılıp çıkarılan şeyler” anlamına geliyordu ve toprağın yüzeyinde ya da çoğunlukla altında bulunan kendine özgü her türlü nesneyi veya malzemeyi kapsıyordu (Kelimenin bu asıl anlamı kazılarak çıkarılan kömür ve yeryüzünün derinliklerinden pompalanarak çıkarılan petrol için kullanılan “fosil yakıtı” deyiminde hâlâ geçerliliğini korumaktadır). 17. yüzyıl bilginlerinin topladığı ve dolaplarında ya da müzelerde sakladığı fosiller, çok çeşitli nesneler içeriyordu. Bunların kapsamı kuvars kristalleri ya da benzer minerallerden, sıradan deniz kabuklarına kadar çeşitlilik gösteriyordu. Arada canlı bitkilere ve hayvanlara az çok benzeyen aşağı yukarı aynı derecede şaşırtıcı objeler de (ya da parçaları da) yer alıyordu. Yani sorun, “fosillerin” kökenlerinde organik olup olmadıklarına karar vermek değil, hangilerinin organizmaların (ya da parçalarının) kalıntısı olduğuna ve hangilerinin olmadığına karar vermekte yatıyordu. Mesele, hangi “fosillerde” bitkilere veya hayvanlara benzerliğin, bu tür canlı varlıkların parçası oldukları için görüldüğünü, hangilerinde benzerliğin rastlantısal veya şans eseri olduğunu belirlemekti. Sadece kökeni gerçekten organik olanlar doğanın kendi eski eserleri olarak değerlendirilebilirdi ve bu nedenle, insanlık tarihinin ve doğal ortamının başka şekildeki kanıtlarını tamamlayabilir veya onların yerini alabilirdi.
Aslında sorun göründüğü kadar basit değildi. “Fosiller”le canlı bitkiler ve hayvanlar arasındaki az çok benzerlik ne şansa ne de basit nedensel bağlantıya dayandırılıyordu. Bu, doğanın inorganik ve organik âlemleri arasındaki temel analojiye bağlanıyordu. İnorganik veya mineral âlemin aslında hiçbir zaman gerçek anlamda canlı olmadıkları halde yaygın bir şekilde, organik veya canlı dünyanın yarattığı şekillerle benzerlikleri ya da bir tür “bağlantıları” olduğuna inanılıyordu. Örneğin kayalar yarıldığı zaman yüzeylerinde hayal meyal görülen eğreltiotu benzeri mineral şekiller (modern ifadelerle ağaçsı işaretler) beliriyordu. Bu tür açıklamaları haklı gösteren doğa algısını şimdi anlamak oldukça zor ama bu algı, 17. yüzyılda çok yaygındı hatta dönemin görüşlerine egemen olmuştu. “Fosillerin” özel durumu, daha açık bir ifadeyle gücü, bu şaşırtıcı nesnelerin tüm şaşırtıcı özelliklerini doğal bir şekilde anlatıyormuş gibi görünmesindeydi. Kısacası, fosillerin şekilleri çoğu zaman bilinen canlı hayvanlardan veya bitkilerden farklıydı; özleri genellikle organik materyaller değil minerallerdi ve konumları, şimdi ortadan kaybolmuş bir denizde yaşayan bir organizmanın içinde değil – yüzeyin altından “kazılıp çıkarılmış”– madenler gibi toprağın altında yetişmiş olduklarını gösteriyordu.
Scilla’nın, “sağduyu” veya gözlem kullanarak ve yerine, fosil kabuklarının bir zamanlar gerçekten canlı olan kabuklu deniz hayvanlarının kalıntıları olduğu açıklamasını yerleştirerek yok etmeye çalıştığı “anlamsız spekülasyon” türü işte buydu. Ancak Scilla’nın savunması gereken dava nispeten kolaydı: “Fosilleri” spektrumun kolay ucundaydı. Şekil olarak Akdeniz’de yaşayan kabuklu deniz hayvanlarına benziyorlardı; özlerinde deniz kenarında yatan kabuklardan biraz farklılardı ve halihazırda denize yakın yerlerde bulunmuşlardı. “fosillerin” diğer büyük bölümünü anlamak çok daha zordu. Çoğu, en azından detayda, bilinen hiçbir canlı hayvana veya bitkiye benzemiyordu. Maddesel açıdan genellikle “taşlaşmış” veya sert oluyor ve çoğunlukla iç kesimlerde, deniz seviyesinden çok yüksekte, sert kayaların içinde bulunuyorlardı. Bunların, canlı ve cansız dünyalar arasında üstü kapalı bir “iletişim” olduğunu söylemek “anlamsız bir spekülasyon”dan ziyade mantıklı bir açıklama oluyordu. Bu nedenle “Fosiller” Avrupa’nın her yerinde hararetli tartışmaların odağı olmuştu, çünkü doğa hakkında temelde farklı algılar söz konusuydu. 17. yüzyılın sonlarında ve 18. yüzyılın başlarında, çeşitli türde “fosillerin” yorumu hakkındaki tartışmalar, neredeyse doğanın temel güçleri, maddenin nihai yapısı veya hayatın vazgeçilmez özelliği hakkında yapılanlar kadar yoğundu.
Bu tür tartışmalar, esas olarak kitaplarla veya başka yazılı materyalle çalışan bilginler veya eski eserleri inceleyen antikacılarla sınırlı değildi. Fosiller, hayvanlarla bitkiler gibi doğa tarihinin ürünleri olarak görülüyordu ve bu nedenle, (günümüzdeki amatör ruhu içermeyen bir ifadeyle) “doğabilimciler” adı verilen grup tarafından inceleniyordu. Fosillerin veya sel suyunun kökeni gibi doğal nedenler içeren sorunlar, “filozofların”