Ayrıca antik Yunanlıların Babil kayıtları hakkındaki raporları, genellikle farazi oldukları gerekçesiyle göz ardı edilse de insan uygarlığının çok daha eskiye dayandığını iddia ediyordu.
Belki de bunların arasında en rahatsız edici olanı, Ussher’ın devasa Annals kitabından hemen sonra yayımlanan küçük bir kitapta yer alan varsayımlardı. Men Before Adam (Âdem’den Önceki İnsanlar – Prae-Adamitae, 1655) kitabının kimliği bilinmeyen yazarı Yeni Ahit’i ustalıkla yorumlayarak Âdem’in kutsal öyküsünün aslında ilk insanı değil, ilk Yahudiyi anlatma amacını taşıdığını savunuyordu. Tabii bu, Âdem’in insanlık tarihinin başlangıç noktası olduğunu esas alan tüm kronolojiler konusunda soru işareti yaratıyordu. Bu varsayımın bir avantajı vardı; dünyadaki insan ırklarının nasıl bu kadar yayılmaya ve çeşitlenmeye zaman bulduğunu açıklayabilirdi. Avrupalılar insanların bu kadar farklı olabileceğini, bir yüzyılı biraz aşkın süre öncesinde büyük keşif gezileri onları Afrika’nın etrafından Asya’ya ve Atlantik’i geçerek Amerika’ya götürünceye kadar takdir edememişti. Oysa varsayımın dezavantajı, Hıristiyanlığın kurtuluş dramında insanlığın birlik olduğunu inkâr ediyormuş gibi görünmesiydi. Örneğin, Amerikalarda yaşayan yerli halkı o dramın dışında tutuyor ve böylece onlara tam insan statüsü vermiyor gibiydi. “Âdem’den önce” insanlar olduğu iddiası, kitabın yazarının –sonradan Fransız bilgin Isaac La Peyrére olduğu açıklanmıştı– başını Katolik yetkililerle derde sokmuş ama bu tür spekülasyonlardan vazgeçince yazar, huzurlu ve uzun bir yaşam sürmüştü.
Sonsuzlaştırma Tehdidi
Ancak şimdiki bağlamda Âdem öncesi fikirlerin önemi, antik Mısır, Çin ve Babil kayıtlarında iddia edilen görüşlerin etkisini artırmış olmasıydı. Bu kayıtların tümü de insanlık tarihinin toplamının, her türlü geleneksel Batı kronolojisinde öngörülenden çok daha uzun olabileceğini, beş altı bin yıl geriye değil, belki on bin yıldan fazla hatta Babil kayıtlarına inanılacak olursa on binlerce yıl geriye gittiğini gösteriyordu. Bütün bunlar geleneksel düşünce tarzını rahatsız ediyordu: Bunun nedeni yalnızca Yaratılış tarihini veya İncil’in otoritesini kuşkuda bırakması değil, çok daha radikal bir spekülasyon türüne kapıyı açmasıydı. Kayıtlar, Avrupa’da başka konulardaki görüşlerine uzun zamandır saygı duyulan antik çağda yaşamış Aristo ve Platon gibi Yunanlı filozofların bu konuda haklı olabileceğini ileri sürüyordu: Onlar, evrenin ve onunla birlikte yeryüzüyle insan hayatının yalnızca son derece eski değil sonsuz olduğunu, yaratılmış başı veya nihai sonu olmadığını iddia ediyordu. Bu çok rahatsız edici bir görüştü; çünkü insanların bir şekilde yaratıldığını ve bu nedenle ahlaki olarak yüce yaratıcılarına hesap vermeleri gerektiğini inkâr etmek, sonunda tavır ve hareketlerinden sorumlu olacaklarını inkâr etmekle eşdeğer görülüyordu. Bu da ahlak ve toplumun temellerini tehdit ediyordu.
İlk bakışta, (o zamandan beri aldığı isimle) bu “sonsuzluk”, kronoloji uzmanlarının yalnızca bin yıllarla ölçülen kısa ve sonlu öyküsüne karşın, yeryüzü tarihi ve evrenin milyarlarca yılla ölçülmüş halini içeren bir modern resim öngörmüş olabilir. Ancak sonsuzluğun belirgin modernliği aldatıcıdır ve insanı son derece yanlış yönlendirmektedir. Aslında, 17. yüzyılda değerlendirilen iki alternatif olan “genç” yeryüzüyle “sonsuz” yeryüzünün ikisi de aynı düzeyde modern değildi. İkisi de insanların evren için hep çok önemli olduğunu ve olmaya devam edeceğini varsayıyordu. Kronoloji uzmanlarının kısa ve sonlu yeryüzü (ve evren) tarihi, sahnede insansız bir kısa dönem içerse de bunun dışında başından sonuna kadar tamamen bir insanlık dramıydı. Ama sonsuzlukçuların çizdiği resim de aynı şekilde, geçmişte asla insansız olmamış –en azından birkaç rasyonel Âdem-öncesi insan içermiş– ve gelecekte de insansız kalmayacak bir yeryüzü (ve evren) resmiydi. Mısır, Çin ve Babil’de bulunan çok eski –Yaratılış için olası tarih aralığının çok gerisindeki– insanlık kayıtlarının özgünlüğünü savunanlar, bunların bile o günlere gelmeyi başarmış en eski belgeler olduğunu varsayıyor ve zaman içinde tüm izleri kaybolmuş olan, daha da uzun, hatta sonsuz bir insan kültürü dizisi olduğuna inanıyorlardı.
Yani sonsuz derecede eski yeryüzü (ve evren), son derece uzun ama sonlu yeryüzü (ve evren) tarihinin modern bilimsel resmini öngörmemişti. Buna rağmen o dönemde, yani 17. yüzyılda ve hatta daha sonra sonsuzluk, o zaman kültürel olarak egemen olan muhtemelen kısa ama kesinlikle sonlu evrene radikal bir alternatif sunmuştu. Sonsuzluk genellikle sosyal, politik ve dinsel açıdan yıkıcı olarak değerlendiriliyordu. Bu nedenle çoğunlukla adeta yer altında kalmıştı. En çok, geleneksel eleştirmenler tarafından saldırıldığında gün yüzüne çıkıyor; alışılmışın dışındaki yandaşları tarafından açıkça ifade edilmiyordu. Sonsuzluğun insan toplumu için radikal bir tehdit oluşturduğu algısı, hepsinde olmasa da bazı ortamlarda, Genesis’teki Yaratılış öyküsünün kitaba bağlı yorumundan türetilen “genç yeryüzü”nün inatla savunulmasını haklı gösteremeyecek kadar çok eskilere dayanmaktadır. Oysa sonsuzlukçuların desteklemeleri gereken kendi –dindar, kuşkucu, hatta ateist– gündemleri vardı. Yani bu kesinlikle aydınlanmış mantığın, dini dogma aleyhine yürüttüğü apaçık bir mücadele değildi. Tartışmanın iki tarafında da tehlike altında olan “ideolojik” meseleler vardı.
Ancak küresel boyutta, sonsuzluğun ifade ettiği belirsiz hatta sonu gelmeyen bir insan hayatı silsilesi fikri istisna değil normdu. Dünyadaki modernizm öncesi toplumların çoğunun kültürlerinde zamanın daha doğrusu, zaman içinde gözler önüne serilen tarihin, tekerrür ettiği veya bir şekilde döngüsel olduğu; benzersiz ve geri dönülemez şekilde ok gibi tek yönlü olmadığı varsayımı yer alıyordu. Bu varsayımın altında yatan ve onun sağduyu olarak görünmesini sağlayan şey, bireylerin hayatlarında, bir nesilden diğerine tekrarlanarak doğumdan olgunluğa ve ölüme giden evrensel döngü deneyimiydi. Modernizm öncesi toplumların çoğunda insanların hayatında son derece kuvvetli bir belirleyici etken olan mevsimlerin yıllık döngüsü de bunu güçlü bir şekilde destekliyordu. Tüm bunlar bir araya gelince insan kültürlerinde, yeryüzünde ve bir bütün olarak evrende benzer şekilde döngüsel veya “durağan durum” olduğu görüşünü kuvvetlendirdiler. Arka planda yer alan bu görüş karşısında, ilk kez Yahudilikte ortaya çıkan, sonra Hıristiyanlığa (ve daha sonra da Müslümanlığa) uzanan dünyanın tek bir başlangıç noktası ve doğrusal, geri dönüşümsüz, yönlü bir tarihi olduğu fikri çarpıcı bir anormallik olarak göze çarpabilir. Semavi inançların her biri tarihin yönlü olduğu görüşünü kozmik resmi sıradan insanların daha erişilebilir hayatı ölçeğinde yıllık oruç ve bayram (Hamursuz Bayramı, Paskalya vs.) şeklinde tekrarlanan döngüye yoğunlaştırmıştı. Ama büyük ölçekli resim hâlâ üstündü, yani insanlık, yeryüzü ve evrenin hep birlikte gerçek bir tarihi vardı ve bu tarihin geri dönüşü olmayan, oka benzeyen bir yönü vardı.
Bu güçlü tarih duygusu Yahudi-Hıristiyan geleneğine, yeryüzünün derin tarihinin (ve evrenin tarihinin) sonlu ve yönlü olduğu modern görüşüne çok benzeyen bir temel yapı kazandırdı. Daha net bir şekilde ifade etmek gerekirse, insanlık tarihini sayısal doğrulukla belirleme ve niteliksel olarak önemli dönemler veya çağlar dizisine bölme yöntemi olarak kronoloji bilimi, modern “jeokronoloji” bilimiyle çok benzeşiyordu. Zira jeokronoloji de yeryüzünün derin tarihine, benzer türde bir doğruluk ve yapı kazandırmaya çalışırken onu aynı şekilde çağlara ve dönemlere bölmekteydi. Bunlar yalnızca benzerlik mi, yoksa çok daha fazlası mı, işte bu kitabın geri kalanında bu sorunun cevabı incelenecektir.
Özetleyecek olursak evrenin, yeryüzünün ve insan hayatının tarihi Batı’da geleneksel olarak, modern resimle