şeklini ve boyutunu bulup detaylı bir şekilde gösterdi. Bilinen her hayvandan yalnızca birer çiftin gemiye nasıl yerleştirildiğini bulmaya çalıştı. Bu, onun öyküsünü bu canlı hayvanların çeşitli resimleriyle süslemesi (aslında, okuyucularına “doğa tarihi” sunması) için gerekçe oldu. Tufan’ın dünya çapında yaşandığı söylendiği için, küresel boyutta deniz seviyesini yükseltmek ve bilinen en yüksek dağların tepelerini kaplamak için ne kadar ilave su gerektiğini de hesapladı. Ayrıca, sadece bu olay için yaratılıp sonra yok edilmediyse suyun nereden gelip nereye gitmiş olabileceği hakkında tahminlerde bulundu.
Bu bağlamda en önemli şey Kircher’in, başka bazı bilginler gibi, Tufan’dan önceki kara ve deniz dağılımının, büyük olaydan sonra oluşan kıtaların ve okyanusların şekillerinden farklı olabileceğini düşünmesiydi. Tufan yeryüzünün fiziksel şeklini önemli ölçüde değiştirmiş olabilirdi ama insanlık dünyasını da gerçek anlamda en az aynı derecede değiştirmişti. En azından bu noktada, aslında yeryüzünün insanlık tarihine paralel gerçek bir fiziksel tarihi olduğunu iddia ediyordu. Ancak, kitabının adından da anlaşıldığı üzere bilimsel analizi esas olarak Nuh’a ve gemisine odaklanmıştı. Tufan’ın fiziksel etkileri ikinci planda kalmıştı. Kircher’in çalışmaları aslında Ussher gibi bilgili kronoloji uzmanlarınınkiyle aynı düşünce dünyasına aitti: Tarih esas olarak bir insanlık öyküsüydü ve modern standartlara göre bu, kısa bir öyküydü.
Sınırlı Evren
Kronoloji uzmanlarına göre yapay Jülyen zaman çizelgesinin bir pratik avantajı, bir uçta olası her Yaratılış tarihi hesabını, diğer uçta yeryüzü tarihinin tamamen biteceği tarih olarak tahmin edilebilecek her tarihi içerecek ve bu arada iki uçta da fazlasıyla yedek zaman bırakacak kadar uzun bir süreye yayılabilmesiydi. İşte bu nedenle rakip kronolojilerin kolaylıkla işlenip karşılaştırılabildiği bir boyut oluşturuyordu. Ama aynı zamanda Ussher’ın (ve Scaliger’ın) kullandığı türde kronolojilerin, modern bakışa göre en alışılmadık özelliklerini de vurguluyordu. Sorun, sürenin günümüz bilimsel standartlarına göre çok kısa olması değildi (gerçi insanlık açısından bakıldığında aşırı derecede uzundu); bu çizelge hem geçmişte, hem de gelecekte limitleri belirli olan bir dünya tarihi çiziyordu. Bu bakımdan çarpıcı bir şekilde Kopernik, Kepler ve Galileo uzaysal olarak sonsuz bir evrene açılıncaya kadar aynı şekilde doğru olduğu düşünülen evrenin –yeryüzünün merkezde olduğu ve bütün yıldızların etrafını sardığı– geleneksel “kapalı” uzay resmine benziyordu. Ancak Kircher ve onun döneminde yaşamış diğer birçok bilgin, evrenin bu yeni resmine kuşkuyla bakmayı sürdürmüş ve kendini kanıtlaması gerektiğini düşünmüştü.
Ussher ve o dönemde yaşayanların çoğu, dünyanın yedinci ve sonuncu çağında yaşadıklarına inanıyorlardı. Sonun çok yakın olduğuna dair yaygın bir görüş vardı, ya da bunun en azından öngörülebilir bir gelecekte olması bekleniyordu. Ortak bir görüşe göre dünyanın sonu, Yaratılış’tan tam altı bin yıl sonra gelebilirdi, yani Ussher’ın tarihlerine göre 1996 yılında! Bu sonuç Ussher’ın, Cisimleşme’nin en önemli noktasının, Yaratılış’tan tam dört bin yıl sonra olduğu hesabına uyuyordu (Geleneksel ölçeğin İsa’nın doğduğu gerçek tarih konusunda bir miktar yanıldığı uzun zamandır kabul ediliyordu, İsa MÖ 4 yılında doğmuş görünüyordu). Sembolik anlamla ağır bir yük taşıyan bir konuda bu kadar doğruluk yüzünden Ussher’ın MÖ 4004 tarihi, o dönemde yaşayan meslektaşlarına çok cazip gelmişti; bu tarihi öneren ilk veya tek kronoloji uzmanı o değildi.
Ussher başarısını vurguluyor ve bundan gurur duyuyordu, ancak iddiasının tartışmalı olduğunun farkındaydı. Daha önce de belirtildiği gibi, Yaratılış için birçok değişik tarih önerilmişti ama kronoloji uzmanlarının hepsi böyle bir tarihin sabitlenebileceği konusunda aynı fikirde değildi. Hıristiyanlık çağının ilk yüzyıllarında (ya da milattan sonra) bazı bilginler, bariz hareketi sıradan günleri tanımlayan Güneş’in, Genesis öyküsünün dördüncü “gün”üne kadar yaratılmamış olduğuna dikkat çekmişti. Bu nedenle yedi “gün”lük Yaratılış sürecinin aslında yirmi dört saatlik süreleri göstermiyor olabileceği sıklıkla ileri sürülmüştü. Öyleyse bu günler, Yahudi peygamberlerin kayıtlı deyişlerinde olduğu gibi gelecekteki “Tanrı’nın günü” gibi, kutsal açıdan önemli anları simgeliyor olabilirlerdi (“Darwin’in yaşadığı günler” gibi deyimler kullanmamız da aynı şekilde kesin bir ifade değildir). Eğer öyleyse, Yaratılış “haftası” belirsiz bir süre olabilirdi ve başlangıç ve bitiş tarihleri daha da muğlaklaşabilirdi. Başka bir deyişle, bu kutsal metnin, diğerleri gibi yorum gerektirdiği görülüyordu. “Gerçek” anlamı basit bir şekilde, barizmiş ve tartışma götürmezmiş gibi açıkça anlaşılamıyordu. Metinlerin yorumlanmasında bilimsel karara ihtiyaç duyulduğunun fark edilmesi, kronoloji uzmanlarını ve diğer tarihçileri bugün bile (kutsal metinler dahil) tarihsel araştırmaların altında yatmaya devam eden metin eleştirisi yöntemlerini geliştirmeye itti. Tabii “eleştiri” kelimesi burada, olumsuz ima olmaksızın sanatsal, müzikal veya edebi eleştirilerle aynı anlamda kullanılıyordu.
17. yüzyıl bilginlerinin yorumları şimdi bize yapısal olarak aşırı derecede “kitaba bağlı” gelebilir. Bunun nedeni kısmen bilginlerin, kutsal metinleri tarihi metinler kadar ciddiye alıyor oluşudur. Ancak İncil’e kuvvetli ve belirgin bir şekilde “gerçekçilikle” yaklaşmaları, hiç de eski bir gelenek değil aksine oldukça yakın zamanda oluşan bir yeniliktir. Daha önceki yüzyıllarda –sembolik, metaforik, alegorik, şiirsel vs. denilebilecek– başka anlam katmanları öne çıkıyor, hatta bunlara harfiyen yorumlardan daha çok değer veriliyordu. Ama bazen bu anlam katmanları o kadar süslü bir şekilde detaylandırılıyordu ki, özellikle Protestan dünyasında Reform sonucunda, önemini azaltmış veya tamamen yok etmiş, sözde basit “harfiyen” anlamı öne çıkıyordu. Buna rağmen, Protestan bilginler durumu en az Katolikler kadar kabullenip kutsal metin yorumlarının aslında hakikaten teolojik anlayışı esas alan gerçek anlamı açıklama amacını taşıdığını ve niyetlerinin doğa bilgisi vermek olmadığını vurguladılar.
Örneğin Yaratılış öyküsü ele alındığında en önemli görülen şey olayın kesin tarihi veya “gün”lerinin uzunluğu değildi. İnsan hayatı için çok daha önemli olan şey aslında her şeyin, hepsinin özünde “iyi” olduğunu söyleyen tek bir Tanrı tarafından isteyerek yaratılmış olması; yaratıcı eylemler dizisinin keyfi olmayıp sevecen bir Tanrı’nın tutarlı amaçları doğrultusunda gerçekleşmesi ve yaratılan hiçbir şeye –bırakın Güneş’le Ay’ı ya da diğer doğal varlıkları, meleklerin ve diğer kutsal güçlere bile– sonunda değer verilecek veya tapılmayı gerektirecek şekilde davranılmaması gerektiğiydi. Bu tür temalar, Hıristiyanlığın ilk asırlarında hem halka verilen vaazların, hem de Genesis hakkındaki bilimsel yorumların özünü oluşturmuştu. Metinlerin teolojik anlamı ve Hıristiyanlık inancının pratik uygulaması sürekli olarak vurgulanmış, bunlar dünyanın kökenleri hakkında gerçek bilgi kaynakları olarak yararlarının önüne geçerek öncelik kazanmıştı. (Tarihsel olarak son yıllarda gerçekçiliğin yükselmesi ve kutsal yorumlarda teolojik anlamın üstünlüğünü sürdürmesi, çoğu zaman dindar ya da ateist modern tutucular tarafından ya göz ardı ya ihmal ediliyordu.)
Kronoloji uzmanlarının yeryüzünün tarihini zamana oturtmada karşılaştıkları ve çözemedikleri tek sorun Yaratılış’ın kesin tarihi değildi. Mısır’daki hiyeroglif yazıtları henüz deşifre edilememiş olsa da o dönem hakkında antik Yunan raporları bulunuyordu. Bunlara göre Mısır’ın eski hanedanları, genelde Yaratılış için tercih edilen tarihlerden asırlarca