Beydeba

Kelile ve Dimne


Скачать книгу

hakikaten olgun, kafalı, yüksek görüşlü ve devrimci bir hızla donanmış bir genç olduğunu derhâl anlarız.

      Kelile ve Dimne’ye gelince bu eser de İbnü’l Mukaffa’nın başarmak istediği yenileşmeyi kolaylaştırmak ve yenilik ruhunu yaymak için tercüme ettiği ve yazdığı bir eserdir.

      İbnü’l Mukaffa’nın pek haklı olduğunda tereddüt edilmeyecek bir kanaati, devrinde hüküm süren fenalıklardan birçoğunun özellikle işbaşında bulunan kimselerin yolsuzluklarından, zulüm ve kötülüğünden ileri geldiği idi. O zaman bu şahısları doğrudan doğruya tenkit etmek zordu ve son derece tehlikeli idi. Kendisi gerçi, demin ana hattını anlattığımız risaleyi yazmıştı fakat devrinin bütün edebî hünerlerini kullanarak fikirlerini ifadeye imkân bulmuştu. Biraz daha ileri gittiği takdirde son derece üzücü bir sonuçla karşılaşabilirdi. Zaten bu fikirleri yüzünden “zındık” diye şöhret bulmuş ve aleyhinde türlü türlü dedikodular alıp yürümüştü. Fakat İbnü’l Mukaffa’nın parlak zekâsı, hükümdarı eleştirmenin, onun neler yaptığını anlatmanın çaresini kolaylıkla buldu ve İran edebiyatı onun bu yoldaki isteğini yapmasına yardım etti. Çünkü bu sayede hayvanları konuşturarak iktidar mevkisinde bulunan kimseleri dilediği gibi hırpalamak imkânı belirmişti. O da Kelile ve Dimne eserinden faydalanarak bu şekilde hareket etmiş, bu kitabı tercüme etmek, daha doğrusu Arapçalaştırmak suretiyle devrinin padişahı olan Halife Mansur’a karşı, eserin metnindeki Filozof Beydeba’nın Kral Debşelim’e karşı rolünü almış ve bu sayede devrinin padişahını istediği gibi eleştirmiş, alaya almış ve halkı kralların kötülüğünden korumak için ne söylemek mümkünse hepsini söylemişti.

      Onun için İbnü’l Mukaffa bu eserin yalnız çeviricisi değil, aynı zamanda yazarıdır. Fakat onun ne dereceye kadar çevirici ne dereceye kadar yazar olduğunu belirlemek son derece güçtür. Çünkü eserin aslı elimizde bulunmamaktadır.

      Acaba İbnü’l Mukaffa’nın dinsizlikle suçlandırılmasının ve nihayet öldürülmesinin sebebi; düzen taraftarı olması, devletin bütün zayıf noktalarını eleştirmek, işbaşında bulunanların yolsuzluklarını yüzlerine vurmak ve bütün bu fenalıkların ortadan kalkmasını istemek miydi? Yoksa daha başka sebepler var mıydı? İhtimal ki onun Araplar arasında yetişmiş olmasına rağmen atalarının dini olan ateşperestlikten ayrılmaması ve ancak ömrünün son senelerinde yani tam manasıyla olgun bir adam olduğu sırada Müslümanlığa girmesi onun dinsizlikle itham edilmesini kolaylaştırmış; hür fikirleri ve bilhassa kanunu hâkim kılarak şahsi ve keyfî idareye son vermek yolundaki uğraşmaları, bu girişimlerinden hoşnut olmayan nüfuzlu kişilerin, aleyhinde propaganda yapmalarına neden olmuştur. Gerçek olan nokta: Halife Mansur’un, yazdığı bir kitap yüzünden öldürülmesini emrettiği ve bu işi de Basra valisi olan Süfyan’a yaptırdığıdır. Süfyan, İbnü’l Mukaffa’nın şahsi düşmanı idi. O da bu şahsi düşmanını ele geçirdikten sonra bir fırın yaktırmış, daha sonra İbnü’l Mukaffa’nın organlarını teker teker kestirerek her organı onun gözü önünde fırına attırmış, nihayet gövdesini de fırına atmış ve fırını kapamıştı.12

      Bir söylentiye göre Halife Mansur’un, Abdullah bin Ali’ye vereceği af beratı, İbnü’l Mukaffa tarafından yazılmış ve yazar, beratın halife tarafından bozulmasına imkân vermeyecek en sağlam, en ihtiyatlı lisanı kullanmış olduğundan Mansur’un öfkesine uğramış, halife bu yüzden öldürülmesini istemiş13 ve yazar, hicretin ya 142’nci (miladi 762) ya 143’üncü ya da 145’inci senesinde yukarıda anlattığımız şekilde öldürülmüştür.

      Cahiz’in anlatışına göre yazar, Abdullah bin Ali’yi Halife Mansur’a karşı kışkırtmış, Mansur bunun farkına vararak onu bu yüzden öldürtmüştür.14

      İbnü’l Mukaffa’nın ölüm tarihi az çok bilinmekle beraber, onun ne zaman doğduğu pek belli değildir. Yalnız onun 106 senesinde doğduğunu anlatan bazı söylentiler vardır ve bundan, onun kırkına dahi varmadan öldürülmüş olduğu anlaşılmaktadır.

      Fakat kırkına varmadan veya kırkını biraz aştıktan sonra öldürülen bu adam, şüphe yok ki bir deha idi ve eserleri bunu apaçık göstermektedir. Sonra bu adam, yalnız üstün bir zekâ değildi. Yüksek karakterli bir insandı ve birçok kayıtlar onun asil ahlaklı, ince ruhlu, cömert, vefalı bir insan olduğunu, kendisini daima terbiye ederek daha iyi ve daha ileri bir seviyeye varmak için uğraştığını anlatmaktadır.

      Menkıbelerinden biri şudur:

      Said ibn Selâm diyor ki: “Kûfe’ye gitmiştim. İbnü’l Mukaffa’yı gördüm. Beni çok iyi karşıladı ve sordu:

      ‘Burada işin ne?’

      Hâlimi anlatarak:

      ‘Borç yükü altında kaldım da geldim!’ dedim.

      Sordu:

      ‘Bir kimseyi gördün mü?’

      ‘Evet, Şubrume oğlunu gördüm. İleri gelen kimselerden birinin çocuklarını okutmakla ve terbiye etmekle meşgul olmam için yardımcı olacağına söz verdi.’ dedim.

      ‘Vah vah, bu kadar yaşlandıktan sonra bakıcılık mı yapacaksın?’ dedi.

      Sonra sordu:

      ‘Evin nerede?’

      Ben de evimi tarif ettim. Ertesi gün geldi. Ben, ders okuyan kimselerle uğraşıyordum. Karşıma bir mendil bırakıp gitti. Mendilin içinde kırk bir bilezik ile dört bin dirhem kadar nakit vardı. Ben de bunları alarak Basra’ya gittim ve işlerimi gördüm.”

      Cehşiyari ondan bahsederken der ki: “Alicenap ve cömert bir kimse idi. Herkesi ağırlayarak yemeğe alıkoyar ve kendisine başvuran her kişiye yardımda bulunurdu. Ömer oğlu Davud’a kâtiplik etmekten dolayı bir hayli para edinmişti. Onun için Basra’da ve Kûfe’de tanınmış birçok kimselere beş yüz ile iki bin dirhem arasında aylık tahsisat bağlamıştı.”

      İbnü’l Mukaffa kendisi gibi Arap nesrinin hükümdarlarından olan Abdülhamid el-Kâtib’in dostu idi. Günün birinde onun da öldürülmesi için, ferman çıkmıştı. Bu sırada Abdülhamid ile İbnü’l Mukaffa beraber bulunuyorlardı. Fermanın çıkması üzerine cellatlar, Abdülhamid’i aramaya çıkmışlar ve nihayet onu İbnü’l Mukaffa ile beraber bulmuşlardı. Bunların yanına giren cellat sordu:

      “Abdülhamid hanginiz?”

      İkisi birden cevap verdi:

      “Benim!”

      İbnü’l Mukaffa, dostunun canını korumak için ileriye atılmıştı. Fakat Abdülhamid ona mâni oldu ve gelenlere:

      “Abdülhamid benim!” diye ısrar ederek kendisini teslim etti.

      Dostluğu bu derece derinden duyan, dostundan mahrum olmaktansa kendi hayatını feda etmeyi göze alan adam, yalnız bu fıkrasıyla, menkıbesiyle ölmeyen bir sima olmaya layık değil mi?

      Arap nesrinin bir şehriyârı olan Cahiz, belki onun bu hâlini göz önüne alarak der ki:

      “Alicenap, kahraman ve güzel bir adamdı!”

      Nihayet İbnü’l Mukaffa hakkında şu hükümle karşılaşıyoruz:

      “Dört kişi vardır ki İslam âlemi her birinin kendi vadisinde eşini görmemiştir. Bunlar: Halil, İbnü’l Mukaffa, Ebu Hanife ve Fezarî’dir.”15

      İşte bu defa eserini Türkçeye çevirdiğimiz ölmez adam budur. Ve biz bu eseri Türk halkına sunmakla derin bir haz duyuyoruz.

Ömer