Necib Âsım Yazıksız

Türk Tarihi


Скачать книгу

bayrağı, artık İslâmî gazalar üzerinde bir tesir gösteremeyerek Arap mücahitlerinin ellerine geçmiş idi. Otuz sene sonra, beş yıl içinde İslâm’ın askerleri İran’ı tamamen işgal etti. İran artık Cenab-ı Hakk’a ibadet, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) selam ve dua arz ediyor idi. Arap akıncıları, Ceyhun (Oxus) Nehri’ni aşarak kuzey askerî hududu (çitler) içinde Soğd ve Türkistan’da dolaşıyorlardı. İskender zamanında Keyaniyan sülalesinin son hükümdarının kaçışı gibi Sasanilerin de son hükümdarı irsî düşmanları olan Türkler yanında bir sığınak aramaya başladı. İran hükümdarı Yezd-i Cürd Çin, Belh ve Türk hükümdarlarından yardım talep etti. Başarılı olamadı. Nihayet mağlup ve firari olan Yezd-i Cürd, Türklerin namus ve şecaatinden, kendine misafirperverliklerinden şüphe etmiyordu. Hicretin yirmi ikinci yılı Ceyhun’u aşarak Türklere iltica eden Yezd-i Cürd bütün amirleri ve tebasından mahrum kalmış ve Türklerin Fergana’da misafiri olmuştur. Kendileriyle büyük hükümdarlara mahsus bütün kin ve gazabıyla savaşarak çok defa mağlup eylediği Turanîler son İran padişahını mertçe korumuşlardır.

      Hicretin otuzuncu yılında ve Osman (r.a.) ahdinde İbn-i Kirayiz kumandasıyla Horasan’da tertip edilen İslâmî gaza bölükleri Soğd ve Fergana’daki Türk askerî hududunu istila etmek üzere Merv ve Belh şehirlerinden geçen ve Ceyhun (Oxus) Nehri’nin güneyinde bulunan eski askerî güzergâhı takip ediyorlardı. Bu bölükler Belh’den kuzeye yönelip Nehr-i Kebir’i gerek şimdiki Çar-Cuy (Dört Irmak) mevkisinden ve gerek Tirmiz’den geçtiler. Ceyhun’un öte yakasında Araplara karşı zannolunacağından daha sert bir savunma başlıyordu.

      Memlekette görünen son derece intizamsızlık, İslâm’ın galibiyetini doğuran başlıca sebeptir. Eğer Araplar mızraklarına güvenmiş olsalardı hiçbir zaman Soğd’da muzaffer olmaları ihtimali yoktu. Burada da diğer memleketlerde olduğu gibi harikulade zekâlarına müracaatları ve düşmanlarının manevî intizamsızlığı galibiyetlerine hizmet etmiştir. İran memleketlerinin hangi tarafında olursa olsun cebren yerleşmiş olan Türkleri yerli halk hiçbir şekilde sevmemişti. Türkler dört halifeden iki asır sonraki zamanda o karışıklık hengâmesinde sözlerinde durdular. Muaviye (r.a.) zamanında tuğyan ettiler. Nihayet yine yardım İslâm tarafında kaldığı gibi Yezid bin Muaviye zamanında da Müslim bin Ziyad marifetiyle Harezm ve Buhara zaptedildi. Fakat herhâlde Türkistan tamamıyla itaat altına alınamıyor, Emevilere orada emniyet edilemiyordu. İşte bu münasebetle meşhur Haccac, Irak’ın valisi tayin edilmiş ve Türkistan onun vilayetine terk olunmuş idi. Hicrî seksen yılında Haccac Abdurrahman bin Muhammed bin el Eş’as ile kırk bin kişilik bir orduyu Türkistan üzerine göndermişti. Sebebi ise bir sene önce Türklerin otuz bin Müslümanı şehit etmeleri idi. İbn-i Eş’as bu intikamı fazlasıyla aldı ise de aralarındaki nefret sebebiyle Haccac’ı memnun edemedi. Çünkü Haccac İbn-i Eş’as’ın kanına susamış idi. Haccac’ın Ey gaddar ve mürted İbnü’l Hatek sana tembihim üzre düşman vilayetine hücum ve yağma eyle, yoksa sana dayanabileceğinden fazla ceza veririm.179 diye İbnü’l Eş’as’a yazdığı kâğıt eline vardığı zaman çatışmaya memur olduğu Türklerle karşılıklı anlaşma yaptı. Haccac ile İbnü’l Eş’as arasında Tuster’de yapılan savaşta Haccac yenildi. İbnü’l Eş’as galibiyetten galibiyete koşarak ta Basra’ya kadar geldi. Oradan Deyru’l Cemacim’e indi. Burada yenik düştü. Türkistan’a, Türk hakanına sığındı. Orada izzet ve ikrama nail oldu. Sonra Haccac’ın Bir milyon askerle gelecek! diye hakana gönderdiği tehditname ve maddeleri sebebiyle kendisine iade edildi. Bu hakanın ismini Arap tarihçileri anlaşılmayacak şekilde tahrifle Retbil yazıyorlar. Aslına çeviremedik. İşlerini yoluna koydukları zaman Çinlilere has olan mağruriyetleri ve önemini yitirmiş bir hâle düştükleri zaman bile çeriliğe bağlı son derece hodbinlikleri Türkleri çekilmez bir hâle getirmişti. Semerkant ve Buhara’da memleketten sürülmüşlerdi. Sahralarda ikamet ediyorlardı. Maveraünnehir ve Fergana’da İranlılar, milliyetlerinin imhası yolunda yapılan bir savaşa karşı kayıtsız davrandılar. Bunlar ancak mezhep değiştirmek hususunda biraz çaba gösterdiler. Hicrî 85 senesi Haccac tarafından Horasan naipliğine Kuteybe bin Müslim tayin edildi. 94 yılında Emîr Kuteybe tarafından Buhara’da ilk cami-i şerif açıldı. İbadetin Farsça yapılmasına cevaz verilmişti. İman ehli çoğu zaman silahsız olarak camiye gidemememişlerdi. Savaşta Arapların mızraklarından kaçan İranlılar cami civarında, sokak aralarında Müslümanları taşa tutarak şehit ediyorlardı. Hak dini kabul eden herkese cuma namazına geldiği zaman beytü’l maldan iki dirhem bağışladı.180 Nihayet muhalifine cebr ve takip uygulamak gereği duydu. Kuteybe, Buhara ve Semerkant ahalisinin silahlarını toplatıp ordusunun en kahraman erleri olan Suriye Nasırîlerini adı geçen ahalinin hanelerinde yatılı misafir ettirdi. İşte bunlar Maveraünnehir ahalisini İslâm dini ile şereflendirdiler.

      Artık Türklerle açıkta, sahrada çarpışmak gerekiyordu. Türklerin kılıçlarına karşı Lübnanlıların yatağanlarına o kadar güvenilmiyordu. Çünkü bunlar hücumda galibiyetin ardından yağmaya koyuluyor ve genellikle bozuluyordu. Hatta bu sebeple Şenaad hükümdarı diğer Türk beylerine: Bu Araplar hırsız gibidir, eğer biraz bir şey verilse dönüp giderler181 demiştir. Türkler Zerdüşt mezhebine pek az inandılar. Bunlardan bir kısmı şehirlerde rahatça yaşamak için adı geçen mezhebi kabul etmiş, dörtte üçü Budist ve putperest olup Merv veya Semerkant piskoposluğu ahalisiyle işleri olan birkaçı da Nasturî inancına yönelmişlerdi. İranlıların mazilerine Türkler esef ediyorlardı. Artık devlet İranlıların devleti değildi. Arapları da hiç beğenmiyorlardı. Zira bunlar kendilerini ücretli ordularına almadıkları gibi zengin Zerefşan memleketinde bulunan Soğd sütlü ineklerini de kendi hesaplarına olarak ele geçirip yağmalıyorlardı. Ve bundan böyle onlarla hiçbir türlü iş yapmaya güvenemiyorlardı. Çünkü Türklerin en çok bağlı bulundukları hiyerarşi Araplarda neredeyse yok gibiydi. İran’ın sefil halkı Mecusîlerin büyük reislerinden (mevbedlerden) zulüm gördükçe ve “âzâd” ve “dihkan” olarak adlandırılan şövalye ve zâdegân sınıfı tarafından malları yağma olundukça akın akın gelip kendi istekleriyle İslâmîyet’i kabul ediyorlar, saf Türkler ise olan biten işlerden bir şey anlamıyorlardı.

      Türkler bir Acem şahını (şah-ı azam) tanıyorlardı. Onunla savaşıyor yahut onun hesabına başkalarıyla savaşmak için kendisinden ücret alıyorlardı. Çin’de olduğu gibi muntazam ayini ile beraber resmi bir mezhep de biliyorlardı. O mezhebin şekil ve itikadı kendilerince pek de önem arzetmez. Çünkü Türkler, Zerdüşt, Buda, Hristiyan olsun her şeyin üstünde bir “Tanrı” olup bunun alt kademesinde beş unsur bulunduğuna inanmış idiler. Türkler yüce ve nurlu Muhammediye’nin kıymetli hükümlerini henüz anlayacak mertebede bulunmadıkları gibi pusulayı da şaşırmışlardı. Gayet muzdariptiler, bir hüküm ve nüfuz arıyorlardı. Tabii ki bu dünyada tabiyyet ifade eden Yüce Hakana ve onun da üstünde bulunup zekânın yeryüzünde tecessümünden ibaret olan Buğ(d)u Han’a (Çin’in mukaddes imparatoruna, fağfura) müracaat etmek gerekiyordu.

      Türkleri endişede görmekten üzüntü duymayan ve onlara dair bilgi almak, zaman kazanmak isteyen Çin İmparatoru kendilerini o hâlde bıraktı. İllig Han’ı bir daha mat etmek için fırsattan istifade etti. h. 91’de Nehr-i Asfer’in (Sarı Irmak)182 öte tarafında Çu-Kinag Ching denilen uç siperlerin inşasına başlandı.

      Çinliler askerî hududun öte tarafında Türk memleketinin ortasına toplanıyorlardı. Neticesi çok gecikmedi; Hay Yuen devrinin üçüncü senesi milâdî yedi yüz on beşte Karluklar İllig Han’dan ayrılıp Çin fağfuruna183 bağlılık bildirdiler. Çinlilerin namını Mo ki lie diye kaydettikleri hakan ile erkek