Necib Âsım Yazıksız

Türk Tarihi


Скачать книгу

amcazade ve rakipleri arasında şeref ve itibar sahibi olmak mıdır? Her ne olursa olsun, bugünden itibaren Türklerle Romalılar arasındaki münasebet kesildi. Zira Romalılar Türklerden çıkan Kazak kabilelerinden korkuyorlardı. Özellikle bunlarla uyuşarak açıktan açığa Sasanilere hücum etmeye, uç noktadaki doğu kavimleriyle Büyük Fars Devleti’ni parçalamaya cesaret edemiyorlardı. Çünkü Türklerden korkuyorlardı.

      İlk defa olmak ve son olmamak üzere bencillik ve cehalet mezhebine yani Asya’nın Avrupa âlemine girmesine mâni oldu.

      İKİNCİ KİTAP

      TÜRKLER VE İSLÂMÎYET

      Hicret-i Nebevî’nin ilk asrı Asya’da mekân tutan kavimlerin hayatları hususunda çok buhranlı bir dönem olmuştur. İ’la-yı kelimetullah için Sasani Devleti’ni perişan ve İran beldelerini feth ve istila eden Arap mücahitleri şimdiye kadar Oxus (Sirderya, Seyhun) ve Hazar’ın kuzeyindeki eski Sit yolundan akıp gelen Türk göç akınının bir kısmını İran, Küçük Asya ve Suriye üzerine yönlendirdi. Zikredilen üşüşmeler Din-i Mübin-i İslâmîyyeti Nan-Lu ve Pe-Lu tarafında bulunan çitlere kadar genişleterek Hristiyan Avrupa ile doğunun uç noktaları arasındaki medenî ve siyasî münasebetleri tamamen değiştirmiştir.

      Çin ile Avrupa arasında doğal aracı olan Türkler Avrupalıların din düşmanı saydıkları İslâmîyet’in silahlı bir cengâveri kesilip kalmışlardı. Orta Çağ’da Avrupa kavimlerinin haksız olarak Müslümanlara karşı gerçekleşen kindar taarruzları ve inançlarının müthiş savaşlarında Türklerin fevkalade fedakârlıkları görülmüştür. Kalpleri her türlü tamamiyle arınmış, muhtaç ve biçarelere yardım etmekten asla vazgeçmeyen asil Türk kavimleri can ve bedenlerini İslâmîyet uğrunda feda ettiler.

      Türkler daha sonra İslâmîyet’in eşsiz pehlivanı olmuş bu hâliyle dinin temiz şeriati uğrunda can feda etmeyi kendilerine Allah indinde emanet edilmiş iftihar olunacak bir hizmet olmak üzere kabul eylemiş mukaddes bir kavim ise de İslâmîyet’i kolaylıkla kabul edinceye kadar Araplarla az çok çatışma ve savaşları da olmuştur. Yeri geldiğinde bahsedilen savaşlar genelde göz ardı edilip geçiştirildiği hâlde Türk kavimleri tarihinde bir eksik bırakılmış olduğu düşüncesiyle bahsedilen olayların açıklanmasına gerek görülmüştür.

      Arap fatihlerinin arslan gibi hücumları o zamana kadar dünyanın kara olan dörtte bir kısmında epeyce bir askerî şöhret kazanmış olan Fars ordularını mahv ve perişan eylemiş idi. Arap mücahitleri son Sasanilerin Türkleri sürüp çıkarmaya muvaffak olamadıkları Horasan, Soğd ve Fergana askerî hududunu az bir müddet içinde ele geçirmişlerdi. Bu vaka hicrî I. asrın ilk yarısında meydana gelmişti. Türklerin aslı bahsinde ismi geçen İllig Han’ın etrafında kuvvetli düşmanları vardı. Arap fatihlerinin taarruzlarına maruz kalan tabi ve müttefiklerinin İran askerî hududu sakinlerine, Soğd, Fergana Türklerine ve Türkistanlılara yardım etmek hatırlarına bile gelmiyordu. Doğuda bulunan Hıtay kabilesi, Tu kiu, Uygur ve Karluklar’dan ayrılıp müstakil bir devlet kurmuş idi. Çin ve Liyau memleketinin doğu askerî sınırına sahip olan bu Hıtaylar, Doğu Türkleri arasında devamlı rekabete sebep teşkil eden kuzey askerî hududu ve Pe-Lu girişi meselesinden dolayı Tu kiu ve Karluklar ile mücadele ediyorlardı. Büyük seddin Sarı Irmak dirseği ile deniz arasında bulunan gediğinden Hıtaylar aralıksız Çin’e akın edip Beyaz Nehir’e (Volga, Pi hu) kadar iniyorlardı. Liyau kralının Hıtayları, Çinlileri bunalttığı nisbette Çinliler de İllig Han’ın atlılarına çok maaş veriyordu. Memlekette kalıp Çin hakanı ile alışveriş etmek, kendilerinin borç ödemeye muktedir olamadığı zamanda arazisini gasp ve yağma eylemek ve sanatı ihlal eden amcazadeleri Hıtaylar ile çarpışmayı her hâlde batı tarafında ve Pe-Lu’nun öte tarafındaki memleketlerde yerleşmiş olup güzel sözleriyle kendilerini vazgeçilmez eden amca torunlarını savunmak durumuna tercih ediyorlardı.

      Diğer yandan Çinliler hükümdarlık hanedanı için bir nizam koymuş, bu suretle onun iktidarını kısıtlamışlardı. Doğru hareket etmek şartıyla hakana çok tahsisat vermek istiyorlardı. İllig Han’ın Türkleri, iddialarında pek ileriye vardıkları hâlde Çinliler Liyau Türkleriyle pazarlığa girip berikileri bırakıverecekler idi. Bu durumda Tu kiular yalvarırcasına bir tavır ile imparatorun iltimasını talep ediyorlardı. Çinliler sağdan geri dönüp Hıtayları terk ederler ve üzerlerine batıda bulunan amcazadelerini yani Tu kiuları gönderirlerdi. Çin sülale hükümdarlarının on ikincisi olup Sui denilen yeni bir sülale, ilk iş olarak devletin birliğini bozdu. Irken Tunguz (onların atası bir Siyenpi idi) ve kalben Çinli olan Sui hanedanının başkenti Lu Yang olmak üzere ahalisinin cesareti ile şöhret bulmuş olan Hu Han memleketini hareket merkezi kabul etti.

      Askerî hudut üzerinde bulunan Şansililer ayaklandılar. Kuzey Çin’in Güney Çin üzerine olan askerî üstünlüğünü ispat ederek milâdî altı yüz yirmi altı yılında on üçüncü Tang sülalesini kurdular. Kan itibarıyla Çinli, birlik, karakter ve bünye itibarıyla Türk olan bu sülale Çin’de hâkim olan hükümdar sülalelerinin en sert ve en cengâveridir. Tanglar, Türklerin üzerine el uzattılar. Milâdî yedinci asrın son yarısında yukarı Asya’nın doğu havzasında bulunan Pe-Lu ile Hingan dağları arasında bulunan Türkler kati surette Çinlilere tabi oldular. Türk Beyleri kendi Türk unvan ve isimlerini terk edip Çin unvan ve isimlerini kabul ettiler. Elli sene kadar ünlü hükümdara bağlılık arz edip, fikren ve bedenen kendisine hizmet ettiler. Türklerin dâhilî kavimleri Tangların hesabına olarak Çin himayesi altında yaşadılar. Bu hâl Tang sülalesinin çöküşüne kadar devam etti. Milâdî VIII. asır başlarında muhtariyet elde etmek üzere son hakanlar tarafından alışılmış teşebbüslere girişildiyse de kendi istekleriyle bağlı kalmaları ile sonuçlandı.

      İlkin Tanglar başkenti, askerî sınır ile Hu Han eyaleti arasına yani Çin’in göğsüyle kalpgâhı arasında olan Şansi bölgesinde bulunan Singian’da kurdular. Burası kuzeyde Huang Hu dirseği, sonra büyük set ve nihayet Volga’nın teşkil ettiği dirseğin güneyinde bulunan tabileri vasıtasıyla oluşan beş kat hendekle çevrilmiş mükemmel bir harp mevkisi idi. Bu şehir doğuya Hu Han geçidiyle savunulup on üçüncü asra kadar bu şekilde mağlup olmayan Moğollar burada üç defa mağlup oldular. Çinlilerin Yangtze Kiang Nehri’nin güneyinde başlamış olan gürültülü isyanlarına karşı Tanglar, Mavi Nehri Huang Hu’nun kuzey tabilerinin oluşturduğu engel vasıtasıyla savunuyorlardı. Tanglar iki nehir arasında bulunan güneybatı ve batıya Tibet, Hindistan ve Nan-Lu’ya doğru bütün girişlere hâkimdiler. Bu açıdan defaten Buda ve Hristiyan inançlarını kabul ve imparatorluğun ortamına dâhil olan yeni mezheplerin ulaşacağı yerlere hükmediyorlardı. Ve Çin ile batı arasında olan geçiş kapılarını emniyet ve cesaretli bir kalple arzu ettiklerine açıp arzu etmediklerine kapatıyorlardı. Bahsedilen kapıları tercihen Hristiyanlığa açtılar.

      Mesih’in dini, milâdî IV. asırda Horasan ve Maveraünnehir askerî hududu vasıtasıyla Türk memleketine dâhil olmuştu. Milâdî 334 senesinde Barsaba, Horasan’da Merv şehri piskoposu idi. Milâdî 420 senesinde Merv piskoposluğu metropolit mertebesine yükseldi. 503 senesinde Herat ve Semerkant’ta piskoposluk kuruldu. Patrik Timothy, Karakurum’a kadar özel memurlar gönderip 1000 senesine doğru Gobi’de meskûn Karaim Türkleri, Merv metropoliti Ebed Jesu vasıtasıyla Hristiyan inancına yöneldiler.178 Çinlilerin Olopen çini eserlerinde yalnız kâhin unvanını muhafaza ettikleri Suriyeli bir Papaz 630 senesinde Çin’de İncil vaaz ediyordu. 637 yılında İmparator Tai Çung yeni mezhebi himaye yollu bir emirname yayınladı ve payitahtında bir kilise yapılmasını onayladı. İki dilde, Çince ve Süryanice yazılmış olan meşhur Singian fou, geçmişin anısına tarihinde Çinistan’da papa ve piskopos olan adam ile beraber, Nasturî patriği olan Mahanan, Yesua adlı kimseyi Çince adlandırıldığı Neng Şu şeklinde zikrediyor.

      Altıncı