nasıl girdiniz? O yıllarda üniversiteye giriş yöntemi nasıldı? Hangi şehirlerde üniversite vardı? Neden ilahiyat fakültesini seçtiniz?
Ortaokulu bitirdiğim zaman en büyük arzularımdan biri imam hatip okuluna talebe olmaktı. Fakat bizim yörede hiçbir yerde imam hatip okulu yoktu. En yakın olarak Diyabakır ve Erzurum’da vardı. Benim de Diyarbakır’a, Erzurum’a gidecek ekonomik imkânım yoktu. Onun için mecburen liseye kaydolmuştum. Lisedeyken arkadaşlarımın arasında özel bir konumum vardı. Medresede okuduğum için biraz Arapça biraz Farsça bilen bir talebe idim. Bu bakımdan edebiyat derslerinde çok başarılı olurdum. Hatta çoğu zaman hocalar benim olduğum yerde ders veremezlerdi. Çünkü onlar divan edebiyatı okuttukları zaman aruzdan bahsederlerdi. Medresede aruzu okuduğum için hocaların derslerine müdahale ederdim. Onun için hocalar korkarlardı. Bir de eskiden beri matematik, geometri, fizik gibi derslerde kuvvetliydim. Hatta lisedeyken arkadaşlarıma kurs vermek suretiyle biraz para da kazandım. Özellikle matematik, cebir, geometri derslerinden de kurs verirdim.
Yani hem sosyal hem de fizik, kimya gibi sayısal alanlarda iyiydiniz.
Evet, ama müzik, beden eğitimi, resim, yabancı dil gibi derslerden de zayıf not alırdım. O derslere önem vermezdim. Üniversiteye gireceğimiz sıralarda “İstiklal” diye bir gazete çıktı. Mehmet Şevket Eygi çıkarırdı. O gazetede imam hatiplerle ilgili yazılar olurdu. O sebeple imam hatip okuluna gitmeyi çok arzuluyordum. Üniversiteye gireceğim sırada imam hatip okuluna gitme arzumdan dolayı birinci derecede ilahiyatı tercih ettim. O yıllarda sadece Ankara Üniversitesi bugünkü tarzda test yaparak talebe seçiyordu. Test uygulaması İstanbul’da yoktu. Zaten o dönemde bir Ankara’da, bir İstanbul’da, bir İzmir’de, bir de Trabzon’da teknik üniversite açılmıştı veya açılmak üzereydi. Yani başka şehirde üniversite yoktu. Dolayısıyla benim okuyabileceğim üniversite ya Ankara ya da İstanbul olacaktı.
Ankara Üniversitesine kaydolduğum zaman tek tercih yaptım; o da Ankara İlahiyat Fakültesi idi. Ondan sonra İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu bir üsteğmen bizde hocaydı. Benim ilahiyata gideceğimi öğrenince “Yavrum sen niye ilahiyata gideceksin, dindar olmak istiyorsan gene ol ama sen teknik üniversiteye uygun bir talebesin.” dedi. Onun isteği üzerine İstanbul’a gittim. Ama önce Ankara’daki imtihana girdim. Fakat test tekniğini bilmediğim için Ankara İlahiyat Fakültesi imtihanını kazanamadım, yedekte kaldım. Ondan sonra İstanbul’a gittim. Orada teknik üniversitenin imtihanını da kazanamadım. Fakat sonradan ilahiyatta sıramın geldiğini öğrendim, İstanbul’dan alelacele döndüm Ankara’ya kaydımı İlahiyat Fakültesine yaptırdım.
1961-62 öğretim yılında üniversite öğrenciliğim başladı. Okula kaydolunca çok değişik bir ilahiyat fakültesi düşünüyordum. Ancak okula başlayınca hiç hoşuma gitmedi. Bazı hocaların derslerini hiç sevmedim. Zaten sevilecek adamlar değildi. Biraz böyle Halk Partisi zihniyetli hocalardı. Fakat sonradan baktım fakültede iyi hocalar var; onları tanımaya başladım.
Tanıdığım iyi hocalardan biri Suut Kemal Yetkin Bey’di.
Öğrenciler Hüseyin Atay’a Neden Karşı Çıkıyorlardı?
Hocaların isimlerinin hepsini verelim, haklarında yorum yapmasak da önemli.
Suut Kemal Yetkin Bey sanat tarihi dersine gelirdi. Özellikle İslam mimarisi konusunda çok güzel, çok lezzetli dersler anlatırdı. Onun için Suut Kemal Yetkin’in derslerini kaçırmak istemezdim.
Sonradan Tayyip Okiç Bey’i tanıdık. Boşnak bir hoca efendiydi. Tayyip Bey’in dersleri hoşumuza gitmeye başladı. Tayyip Bey özellikle tefsir ve hadis konularında aydınlanmamıza vesile oldu. Bir ilahiyatlı olarak bilmemiz gerekeni Okiç Bey bize veriyordu. Bir de Okiç Bey’e takviye olarak Hüseyin Atay vardı. Hüseyin Atay doktorasını yapıp Bağdat’tan yeni dönmüştü. Orijinal bir ders anlatım tarzı vardı. Hüseyin Atay Bey bize nasıl düşünmemiz gerektiğini öğretti. Ondan öğrenene kadar hepimiz düşündüğümüzü zannediyorduk. Fakat onu dinledikten sonra nasıl düşünmemiz gerektiğini bilmediğimizi öğrendim.
Hüseyin Atay İslam felsefecisiydi. O bize nasıl düşünürsek doğru düşünmüş olacağımızı, nasıl düşünürsek yanlış düşünmüş olacağımızı öğretti. Biraz da münakaşalı geçerdi onun dersi. Çünkü çeşitli kliklerden gelmiş arkadaşlar vardı. Sınıfta 90 kişiydik. Bunların 40’ı imam hatip çıkışlıydı. O seneye mahsus ilahiyat fakültesine imam hatiplerden 40 öğrenci almışlardı. Diğer öğrenciler lise çıkışlıydı. Özellikle imam hatip çıkışlı olan ve belli bir kliğin adamı olarak gelen öğrenciler Hüseyin Atay’a çok itiraz ederlerdi.
Hüseyin Atay Bey bize “Kur’ân-ı Kerim’i anlamaya çalışın, düşünce metodunu anlamaya çalışın. İnsan Kur’ân-ı Kerim’le meşgul olursa belli bir dönem sonra Kur’ân-ı Kerim’in mantığı kendisinde oluşur. Siz o mantığı edinmeye çalışın.” diyordu. Orhan Karmış, hocaya itiraz etti. Epey bir öğrenci grubu da onu destekledi. Karmış itiraz ederken şunu dedi:
“Kur’ân-ı Kerim bakkal defteri midir ki herkes gelip Kur’ân-ı Kerim’in sayfalarını karıştıracak, Kur’ân-ı Kerim’den bir şey öğrenecek.”
Orhan Karmış, öldüğü güne kadar o anlayışla yaşadı. “Kur’ân-ı Kerim”in tek başına anlaşılamayacağını, geleneksel olarak yapılan tefsirlerin bize yeteceğini, “Kur’ân-ı Kerim” mealinin okunmaması gerektiğini, tefsir okumaya gerek olmadığını, hayatı devam ettirmek için ilmihâlin yeterli olacağını savundu. O, Hüseyin Hilmi Işık ekolünü devam ettirdi. Hüseyin Hilmi Işık ile bir akrabalığı vardı zannedersem.
Bir akrabalıkları var, Ramazan Ayvallı’yla ikisi bacanaktı. Orhan Karmış, Hüseyin Hilmi Işık’a mürit olmuş, Arvasilere bağlanmış. O sene Orhan Karmış Van’a, Arvas’a gitmiş. Arvas da çok sapa bir yerdedir, dağlık bir bölge, oraya gitmiş. Oradan döndükten sonra Van’a, Arvas’a nasıl gittiklerini anlatıyordu. Heyecan içindeydi, oradan dönmüş olmanın heyecanını taşıyordu.
İşte Hüseyin Atay Bey, derslerinde böyle tepkilerle karşılaşırdı. Ama Hüseyin Bey bu tepkilere karşı çok rahat cevap veriyordu. Tepki gösterenlerin üstlerine üstlerine gidiyordu. Onlar Hüseyin Atay’a diş geçiremiyorlardı.
Bu arada çok önemli bir hocamız da Hilmi Ziya Ülken idi. Felsefe derslerine gelirdi. Bizim sınıf Hilmi Ziya Ülken’den en çok yararlanan sınıf oldu. Çünkü bir defa 1. sınıfta Yunan felsefesi okuyorduk. Yunan felsefesini Kâmuran Birand adında bir bayan okutuyordu. Kâmuran Birand o sene vefat etti. Evinde kalp krizi geçirmiş. Hatta ölümünden bir hafta sonra haber alındı. Ölüm haberini alınca bir grup hoca, asistanlar evine gittik. Hakikaten masanın başında, sandalyesi devrilmiş, o da düşmüş. Burnundan da kan akmış. Onu o hâlde gördük.
İşte o hanım vefat edince dersimize Hilmi Ziya Ülken girmeye başladı. Dolayısıyla biz İlk Çağ felsefesini de Hilmi Ziya Ülken’den okuduk. İkinci sene İslam felsefesi derslerini gene Hilmi Ziya Ülken’den okuduk. Üçüncü sınıfta daha çok Batı felsefesini, Batı filozoflarını okutuyordu. Dördüncü sınıfta da sistematik felsefe yapıyordu, dolayısıyla biz bu dört sene içerisinde Hilmi Ziya Ülken’in ciddi talebeleri olduk.
Bizim felsefeci bazı arkadaşlar da Hilmi Ziya Ülken’in talebeleriydi. 3 Kasım 2002’den sonra devlet bakanlığı yapan Mehmet Aydın da bizim sınıf arkadaşımızdı.
Bahriye Üçok, Hilmi Ziya Nasıl Hocalardı?
Âcizane ben de Hilmi Ziya’nın iyi talebelerinden sayılırdım. Hilmi Ziya Ülken’in dikkatini çektiğimi biliyorum. Allah rahmet eylesin kendisinden çok istifade ettik. Bunun dışında böyle çok ahım şahım hocalarımız yoktu. Söz gelimi Bahriye Üçok da bizim hocamız oldu.