Mikâil Bayram

Tarihin Kuyumcusu - Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?


Скачать книгу

Ben yurt durumumu anlatayım.

      İlk dönemlerde Kızılay’da Van Talebe Yurdu vardı. Fakat orada çok fazla kalmadım. Site Talebe Yurdu’na sıram gelince çıktım. Bundan sonra üniversite yıllarım hep Site Talebe Yurdunda geçti. Site Talebe Yurdu kalabalıktı. O zaman Ankara’nın en büyük talebe yurduydu. Dediğim gibi 60 darbesinde rol almış olan azılı solcu öğrenciler Site’de kalırlardı. Bu öğrenciler arada bir yurtta da kavga ederlerdi. Birbirlerini itham ederlerdi. İthamlar arasında Halk Partililer’in o talebelere gömlek dağıttıkları onları sokağa göndermişler, bununla dahi kendi kendilerini itham ederlerdi. Sen gömlek aldın ama ben gömlek almadım diye talebeler birbirlerini eleştirirlerdi.

      Darbe sürecinin hazırlanmasında rol alan öğrenciler hâlen talebeydiler. Bizim ilahiyat fakültesindeki talebeler üzerinde ağır bir baskı vardı. Suut Kemal Yetkin bizim dekanımızdı. O sene Suut Kemal Yetkin rektör oldu. Suut Kemal Yetkin rektör olduktan sonra Neşet Çağatay da dekan oldu. Neşet Çağatay’ın dekanlığında müthiş bir Kemalizm baskısı oldu. Diyelim ki 10 Kasım geldi, bütün ilahiyatlı öğrenciler mutlaka törene katılacak. Katılmayanlar sıkı bir takibe alınırdı. Ondan sonra ilahiyat talebeleri gidecekler Anıtkabir’e, çelenk koyacaklar, İlahiyat Fakültesinin reklamlarını, panolarını taşıdığı hâlde Anıtkabir’e gidecekler ataya saygıyı arz edecekler. Bizler de doğrusu kaçamak yapardık; bazı arkadaşlar o sele kendilerini kaptırıp giderlerdi.

      CHP menşeli olabilir aileleri onların.

      Tabii böyle arkadaşlarımız da vardı. Ama buna rağmen fakülte talebelerinin büyük bir kısmı bu tür olaylara onay vermezlerdi. O tip öğrenciler sınıflarda, koridorlarda, yurtlarda biraz da horlanırlardı. Bu eğilimler biraz da hocalardan kaynaklanıyordu. En politik davranan hocalardan birisi Neşet Çağatay’dı. Burada da rektör oldu. O rektör olduğu zaman ben de buradaydım. Beni üniversiteye alan da Neşet Çağatay’dır. Yani bana böyle bir iyiliği de olmuş bir hocaydı ama son derece fanatik bir Halk Partiliydi. Hatta buraya geldiği zaman Selçuk Üniversitesi daha yeni kurulmuştu. İlk mezunlarını ben üniversiteye geldiğim zaman vermeye başladı. Neşet Çağatay buraya rektör olduğu zaman fanatik Halk Partililer buraya hoca olarak tayin edilmiş.

      Bilinçliydi belki de.

      Evet, bilinçliydi. Hatta kendi aralarında “Konya halkına içki içmeyi öğreteceğiz.” diyorlardı. Konya’yı yobaz olarak görüyorlardı. Böyle bir görevlerinin olduğunu kendileri de söylerlerdi. Tabii bunu açıktan açığa söylemezlerdi.

      60’lı Yıllarda CHP’liler Kayrılıyor muydu?

      Bunun sebebi sanıyorum Cumhuriyet’in ilk yıllarında Konyalıların Cumhuriyet’i benimsememeleri idi. O zaman Delibaş İsyanı ve Bozkır olaylarından dolayı Konya’nın Türkiye’de ismi çıkmıştı. Bu algı uzun yıllar böyle devam etti.

      Evet, onun tesirleri hâlâ var. Fakat buna da şahit oldum. Neşet Çağatay’ın rektör olduğu dönemlerde Halk Partili adamları seçip ihaleleri vermeye çalışıyorlardı. Mesela Mustafa Üstündağ’ın akrabalarını buldular.

      Millî Eğitim Bakanı CHP’li.

      Mustafa Üstündağ’ın kendisi ölmüştü fakat onun akrabalarını Neşet Çağatay bulmuştu. Neşet Çağatay, Selçuk Üniversitesi’nin kampüsünün yerini belirlerken Üstündağ’ın adamlarıyla temas kurdu. Onlar orayı Neşet Çağatay’a tarif ettiler. Hâlbuki normalde üniversitenin Dutlukır’ın oralara bir yerlere yapılması planlanıyordu. Hatta Akyokuş da düşünülüyordu. Fakat dediğim gibi o adamların etkisiyle bugünkü kampüs yeri belirlenmiş oldu. Hatta Neşet Çağatay’dan sonra Halil Cin buraya rektör oldu. Halil Cin “Üniversite kampüsü için belirlenen yer en uygun olmayan yerdir.” gibi bir söz de söyledi. Değiştirmeye çalıştı fakat bir sürü yatırım sebebiyle değiştiremedi.

      Ercüment Bey anlatmıştı; kayınpederi Sait Hatipoğlu’na çok büyük değer verir. Büyük, güzel bahçe içinde bir ev temin etmişler. O evde sadece ilim yapması için çok büyük imkânlar vermişler.

      Evet, Hatipoğlu’nun böyle bir özelliği vardı. Hatipoğlu da bu işi yapabildi yani, ilmî çalışmalarında çok sağlam temeli olan bir hocamızdı.

      Siz Ankara’da Cumhuriyetçi, Kemalist hocalardan ilahiyat okudunuz. Okulda namaz kılma oranı neydi? 1969’un Ankara’sında cuma namazına gidiyor muydunuz? Mesela halkın dindarlığı nasıldı?

      Okulda Tayyip Okiç Bey, Hüseyin Atay, Mehmet Hatipoğlu, Mehmet Maksudoğlu gibi bazı hocalarımız namaz kılardı. Talebeler arasında da sanıyorum namaz kılanlar ekseriyetteydiler. Bir tek liseden gelenler var, onlar da ibadetlerini yapma gayreti içindeydiler. İslamiyet’le hiç sorunları yoktu. Fakat içimizde öyle adamlar vardı ki ilahiyat talebesi olmasına rağmen, hatta onlar mezun da oldular ilahiyatlılık onlara hiç bulaşmadı.

      Ankara İlahiyat denilince Esat Coşan da akla gelir. Esat Coşan’a ait bir hatıranız var mı?

      Esat Coşan bizim değerli hocalarımızdan Necati Lugal’ın asistanıydı. Necati Lugal yaşlı bir adam olduğu için bize hoca olduğu sıralar 86 yaşındaydı.

      Eski Türk edebiyatı hocasıydı değil mi?

      Evet. Şöyle Necati Lugal hocanın tahtaya kalkıp da yazı yazacak takati yoktu. Yanında Esat Coşan da gelirdi. Esat Coşan da onun söylediklerini Osmanlıca olarak tahtaya yazdı. Fakat talebelerle bağlantısı pek olmazdı Coşan Hoca’nın. Ama efendi, kibar bir insandı. Mescitte bir araya gelip namaz kılmadan kılmaya görüşürdük. Esat Coşan Hoca ile böyle bir müşterekliğimiz var. O da Necati Lugal’ın talebesiydi, ben de. Hayatı boyunca da hiç temasımız eksik olmadı. Esat Coşan hocayı ben daha çok fakülteden mezun olduktan sonra tanımaya başladım. Çünkü evvela askerlikte devredaş olduk. Yedek subay olacağımız zaman imtihana beraber girdik. Bana “Hangi sınıfa kaydolsak acaba… Havacı mı olsak tankçı mı, piyade mi olsak?” diye sormuştu. Hatta ben “Herhâlde ben levazım olurum.” dedim. “Ne biliyorsun?” dedi.“Renk körüyüm, renk sınaması da yaparlar. Renk körü olanları levazıma naklederlermiş.” dedim. “Öyleyse ben de levazım olayım.” dedi. “Beni levazım yapmaları için ne yapmam lazım?” diye sordu. “Valla bilmiyorum hocam, renk körlüğün var mı yok mu?” dedim. “Yok” dedi. İmtihana girdik, çıkarken beni hakikaten levazıma verdiler, onu da tankçı yaptılar. Dağıtım sırasında da Patnos’a düştü. Yani birbirimizle irtibatımız mevcuttu.

      Bir yeğenim vardı; o da Patnos’ta er oldu. Yeğenim vesilesiyle kendisinden haber alıyordum. Askerlikten sonra fakültede göreve başladı. O sırada yanına uğrardım. Ben şiir yazan bir adamım. Şiirlerimi götürüp ona verirdim. O şiirlerimi çok beğenirdi. Böyle bir temasımız, görüşmemiz olurdu.

      Fakat esas hocamızla ilgili önemli bir hatıratım var. Necati Lugal Hoca ilk üniversiteye kaydolduğumuz sene 90 kişilik sınıfa Osmanlıca öğretiyor. Öğrencilerin yarısından çoğu liseden gelen, elife mertek diyen çocuklar. Benim gibi dışarıdan okumuş arkadaşlar vardı. Onlarla sınıfta otururken hocanın geldiğini gördüm. Önünü kestim. Hocaya Farsça “Senin derslerinden istifade edemiyoruz.” dedim. Hoca döndü bana “Farsçayı nereden öğrendin?” dedi. “Ben İranlı bir aileden geliyorum” dedim. Bana “Senin gibi başkaları da var mı?” diye sordu. Birçok arkadaşım olduğunu söyledim. “Sen o arkadaşlarına haber ver, defterini çıkart sana adresimi yazdırayım.” dedi. Hemen dosyanın üzerine hocanın evinin adresini yazdım. Hoca pazar günleri evine gelmemizi ve evde ders vereceğini söyledi.

      Ondan sonra biz o arkadaşlarla birlikte pazar günleri buluşup hocanın evine gitmeye başladık. Hocanın evinde bir şezlongu