Mikâil Bayram

Tarihin Kuyumcusu - Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?


Скачать книгу

bazen tanınmış âşıklar gelip giderlerdi. Mesela en çok gelenlerden birisi Erzurum’un Tortum kazasında Âşık Ummani Can’dı. Hemen her yaz Saray’a gelirdi. Ondan sonra Tercanlı Davut Sulari’nin Saray’a geldiği olurdu.

      Konya’daki âşıklar bayramına da katılıyorlardı değil mi?

      Evet, onlar katılıyorlardı. Sonra Reyhani Saray’a gelirdi. Tabii onların Saray’a gelip gitmelerinden dolayı ben biraz âşıklığa meylettim; âşık olmak istedim. Hatta elime bir cura aldım. Curamı çalıyordum, o curamla türküler çağırıyordum.

      Ortaokula gidince de o âdetim ortaokulda çok makbul bulundu. Hocalarım beni çok sevdiler. Âşık diye “Âşık Sarayi” mahlası kullanmaya başladım. Âşık Sarayî geldi, Âşık Sarayî gitti gibilerinden konuşulmaya başlandı. Hatta bazen okul içerisinde toplantılar olduğu zaman ben çıkardım, sazımla bir şeyler söylerdim. Söylediğim şarkıların şiirlerinde genellikle arkadaşlarımı veya çevremi, çevremdeki insanları hicvederdim. Arkadaşlara hiciv sadedinde yazdığım şiirleri türkü olarak çağırırdım. Bunlar da çok kabul görürdü.

      Farsça’yı Nasıl Öğrendi?

      Ortaokulda arkadaşlarınıza hiciv yazacak kadar iyi şiir yazıyormuşsunuz.

      Bir defa şunu ifade edeyim, biz ortaokulda da çok iyi yetişiyorduk. Ortaokulun ilk talebeleriydik. Sınıfımız sekiz kişiydi. Sekiz kişilik sınıfta hocalar bize birebir ders anlatıyorlardı. İngilizce dersimize gelen tabur komutanı Rıza Saygılı çok iyi ders anlatırdı. Turan Bayazıt çok iyi yurttaşlık bilgisi dersi verirdi. Tabii o dönemde ortaokul hayatımda bir zat vardı. O da İran’dan gelen Molla Tahir’di. Çevrede Fakı Tahir diye de bilinirdi. Fakı, fakih demektir. Dediğim gibi bu Tebriz Lisesi’nden mezundu. Tebriz’de liseyi bitirmiş fakat ailece göçmüşler. Güzeldere Köyü’nde otururlardı. O bana Farsça öğretmeye başladı. Farsça şiirler okuyor, bana tercüme ediyordu. Şiir usul ve esaslarını öğretiyordu. Böyle çok neşeli bir muhabbetimiz olurdu Molla Tahir’le.

      Onun medresesi mi vardı?

      Medresesi yoktu. Kimsesiz bir adamdı.

      Nasıl temas kuruyordunuz?

      O bizim müftüyle ders okuyordu. Tabii kendisi de liseden mezun olmasına rağmen müftü çok âlim bir adamdı. Biraz hocalık öğrenip din görevlisi olma amacındaydı. Nitekim bir süre sonra bir köye imam oldu. O ders almak için müftünün yanına gittiği zamanlarda bazen ben de ona katılırdım. Rahmetli Yekkoş dediğimiz müftünün yanına giderdik. Müftü ona ders verdiği zaman ben de kenarda durur onları dinlerdim.

      Fakih Tahir’le muhabbetimiz liseyi bitirinceye kadar devam etti. Fakih Tahir daha sonraki dönemlerde Van Emniyet Müdürlüğünde Farsça yazışmaları idare eden bir adam olarak görevlendirildi. İran’a mektup yazarlardı. İran’dan mektuplar geldiği zaman o İran’a mektupların yazılmasında, gelen mektupları tercüme etmekte, Emniyet Müdürlüğünde tercümanlık yapardı. Onun için o da Van’da olurdu. Ben de talebe olarak derslere devam ettiğim zaman hemen her gün ikindiden sonra Fakih Tahir ile buluşurduk. Ve sürekli onunla Farsça konuşurduk, Farsça okurduk, Farsça divan okurduk.

      Tabii ortaokul süresi içerisinde dediğim gibi biz çok iyi yetiştik. Yaz tatillerinde Saray’da oluyordum. Saray’a vardığım zaman hep tarla işlerinde çalışırdım. Tırpan çekerdim, orakla buğday biçerdim. Bu işlerle uğraştığım sıralarda da yanımda kitabım eksik olmazdı. Şöyle bir boş zaman bulduğum zaman sırtımı ekin saplarına dayayıp başlardım kitap okumaya. O zaman okuduğum kitaplar da Kerem ile Aslı, Köroğlu gibi halk hikâyeleriydi. Bir de çok okuduğum kitaplardan biri Emrah ile Selvehan idi.

      Babam ile hala çocuğu olan, İran’dan gelme Davut Telli diye bir akrabamız vardı; Âşık Davut Telli. Çok meddah bir kişiydi. Onun babası da âşıkmış. Babasının adı Âşık Mahmut imiş. Bu Davut Amca kalaycıydı. Köylere gidip kap kalaylardı.

      Gündüz bakırcılıkla, kalaycılıkla meşgul olurken geceleri de belli evlerde hikâye anlatırdı. Mesela Köroğlu Hikâyesi anlatırdı. Dört beş gece Köroğlu anlattığını bilirim. Emrah ile Selvihan’ı, Âşık Masem’a-anlatırdı. Onları dinlemeyi çok severdim. Onun tesiriyle ben de Kerem ile Aslı, Köroğlu hikâyeleri, Emrah ile Selvihan hikâyelerini, Karacaoğlan şiirlerini okuyordum. Çok da şiir ezberliyordum. Tabii bu okuduklarım ortaokulda çok işime yaradı. Türkçe derslerinde en yüksek notu ben alıyordum.

      Şah İsmail’i çok okurduk. Üstelik de Şah İsmail’i severdik. Severek okurduk. Ancak Berberya’yı bilmem. Yalnız Şah İsmail okunurdu. Üstelik yörede de insanların Şah İsmail’e karşı muhabbetleri vardı. Hatta babam dahi Şah İsmail’den şiirler bilirdi. Şah İsmail böyle tutulan bir adamdı.

      Günümüzde Devlet Kürtlere Nasıl Bakıyor?

      Ortaokul yıllarında musiki hocasından bahsediyorduk. Muğlalı Osman Daloğlu… Muğlalı Mustafa’nın 33 kişiyi öldürmesine tepkisi “iyi yapmış” şeklinde oluyor. Bugünkü Türkiye’de de Kürt sorunu olarak bahsedilen bir sorun bu. Nihayetinde kaç yıldır Türkiye’nin gündeminde.

      Aynı alışkanlıklar bugün de var. Bunlar devletin arşivlerinde kayıtlıdır. Türkiye’de 17.615 kişi faili meçhul olarak katledilmiştir. Bu katledilenlerin büyük ekseriyeti Doğu insanıdır. Hatta ben bir yerlerden duydum; Amerikan ajanları 140 tane kuyu tespit etmişler. Adamlar öldürülüp bu kuyulara atılmışlar. Devlet bunu birçok defa ilan da etti. Gazeteler yazdı.

      Şimdi bu kadar Müslüman, hatta Diyanet teşkilatı var. Bunların hiçbirisi bugüne kadar “ayıptır, bunu yapmayın” demedi. Bunu yapanlar da JİTEM elemanlarıydı. Her yerden jandarma birlikleri adamları “ifadeni alacağız” diye evlerinden alıyorlardı. Adam bir daha evine dönmüyordu. Ne oldu? Nereye gitti? Belli değildi. Bir Allah’ın kulu, bir Müslüman kişi çıkıp “Yapmayın, ayıptır.” demedi. Devlet de, Diyanet teşkilatı da demedi. İslam’a göre en büyük suçlardan biri insan öldürmektir. Hele masum insanları öldürmek çok ağır bir suçtur. Peki, Diyanet teşkilatının o kadar din görevlisi var; bunlarda hiç mi duygu yoktu?

      Bugün dahi çokları “Ellerine sağlık, iyi yapmış.” diyorlar. Eğitim Fakültesinde kaç adam “iyi yapmışlar, keşke hepsini de öldürselerdi” diyorlar. Yani hâlâ Doğu’da katliam yapma heveslisi olan insanlar aramızda yaşıyorlar.

      Hocam sizin PKK’nın Yahudi kurgusu olduğu, Yahudi kuruluşu olduğu şeklinde bir yazınız var. Okuduğum kadarıyla PKK’nın böyle bir misyonu, böyle bir görevi var. Özellikle Kürt nüfusunun yaşadığı bölgede, hatta İran kısmında, Türkiye kısmında, Irak ve şu anda da Suriye kısmında ne gibi bir görev yapıyor?

      Evvela Kürt olan vatandaşlar, hatta Kürt partisi olduklarını ileri süren siyasi gruplar dahi PKK ile Siyonizm arasında veya MOSSAD arasında bir ilişki olduğunu düşünemiyorlar. Fakat herkes biliyor, PKK bir Yahudi oyunudur. Fakat Kürt partisinin temsilcileri bunun farkında değiller. Bunu belki bir tek Abdülmelik Fırat biliyordu. Fakat bugünkü Kürt münevverleri maalesef bunu bilmiyorlar. Bunu bilmedikleri için bugün hâlâ Öcalan lehinde gösteriler yapıyorlar. Hatta Cizre’de bir sürü insan sokağa döküldü, Öcalan’ın serbest bırakılması konusunda nümayişler yaptılar. Onu serok (başkan) diye zikrediyorlar. Hâlbuki bu adam Kürtçe de bilmeyen ve ne babası yönüyle ne anası yönüyle Kürt olmayan bir ailenin çocuğudur. Kendisi Arap orijinlidir. Annesi Ermeni orijinlidir. Yani Kürtlerle soyca da bir bağlantısı yoktur. Ama o daha talebe iken MOSSAD onunla ilişki kurmuş ve önce o işçi hareketleri içerisinde, sol örgütler arasında faaliyet göstermiş; daha sonra da MOSSAD onu bu alanda görevlendirmiş. Kürt halkının kurtarıcı bir lideri olarak lanse