Зия Гёкальп

Çınaraltı Konuşmaları


Скачать книгу

, uzaktan yeşil bir sırta bakar. Oraya tırmanmak için bir keçi yolu buldum. Dün öğleden sonra, o sırta kadar yürüyerek gittim. Orada, göğe kadar uzanmış bir çınar ağacının gölgesi altında, güzel bir istiğrak köşesi buldum. Uzaktan kanatlarını açmış bir kartal gibi görünen yüce ağaç, dünyanın hay ve huylarına çok uzak olmakla beraber yine o dünyadan geniş bir ufku kanatları altına almıştı. Burada, bir masa ile iki sandalyeden başka oturacak bir şey yoktu. Sandalyelerden birinde oturarak, uzak ufukları temaşaya daldım. Biraz sonra, ince bir Bağdat abasına bürünmüş, kırk beş yaşlarında, fesli ve pantolonlu bir zat gelerek selam verdi. Ve karşımdaki sandalyede oturdu. Sigara tabakasından iki sigara çıkararak birini bana uzattı.

      Ben sigara içmediğimi söyledim. Kendi sigarasını tellendirdikten sonra, şu sözleri söylemeye başladı:

      “Burası, insanoğlunun ayak basmadığı gizli bir köşedir. İnzivaya çekildiği günden beri her gün ikindi saatini burada geçiririm. Siz de benim gibi bir münzevi filozofsanız her akşam burada birleşebiliriz. Çünkü münzeviler de kendileri gibi dünyayı uzaktan seyreden insanlarla görüşmeye muhtaçtırlar.”

      Biraz durduktan sonra tekrar söze başladı:

      “Münzevi demek içtimai bir vazifesi olmayan bir insan demek değildir. Ben karşıdaki beyaz renkli binada ruh tabibiyim. Bu bina asabi hastalıkları tedavi eden bir sanatoryumdur. Yirmi seneden beri gayriuzvi sinir hastalıklarını tedavi etmekle uğraşıyorum. Demek ki eski zaman münzevileri gibi değilim. İnsanlardan uzak olmakla beraber insaniyetten uzak değilim.”

      Ben merakla şu suali sordum:

      “İnsanlarla insaniyet birbirinden ayrılabilir mi?”

      “Evet, ayrılabilir. Bence insaniyet, ilim, sanayi, edebiyat, felsefe hülasa umumiyetle medeniyet adını verdiğimiz şeylerdir. Ben fertlerle hakiki bir dostluğa iştirak etmeksizin bu şeylerle meşgul olabilirim.”

      “İnsanlardan kaçmanızın sebebi nedir?”

      “İnsanlar, ekseriya insanlığı terk ederek ihtiraslı ve heyecanlı mücadelelere girişirler. Bense ihtirastan, heyecandan ıstırap duyarım. Hayatımı daima sekinet içinde, vect içinde geçirmek isterim. İşte insanlardan uzak yaşamamın sebebi budur. Hars ve medeniyet gibi insaniyet hazinelerine gelince, bunlardan da mahrum kalmaya razı değilim. Ruhumu vecitlerle dolduran insaniyetin büyük mefkûreleridir. Hülasa, ben yalnız ihtiraslardan, heyecanlardan kaçıyorum. Çünkü ben, rahatı ve huzuru sekinetli ve vecitli bir hayat içinde yaşamakta buldum.”

      “Beni de bu hayatınıza iştirak ettirmek lütfunda bulunduğunuz için çok teşekkür ederim. Sizin umdelerinize tabi bir müridiniz olmaya çalışacağım. Çünkü hayat mücadelesinin bu asırda aldığı ihtiraslı ve heyecanlı şekil, beni de ruhumdan hasta etmiştir. Umarım ki günde bir saat kadar sizin kurtarıcı sözlerinizi dinlersem, bu hastalıktan tamamıyla kurtulacağım.”

      “Pekâlâ, her gün ikindiden sonra buraya geliniz. Burada insanları hariçten beraber temaşa edelim. Ruhunuzdan kin, haset, dedikodu gibi garezleri çıkarmaya çalışınız. Az zamanda ruhunuzdaki hastalıkların tamamiyle şifa bulduğunu göreceksiniz.”

      Her gün ikindiden sonra bu çınar altında birleşmeye karar verdik. Ayrılırken bu meçhul filozofa sordum:

      “Burada konuştuğumuz sözleri Cumhuriyet gazetesine yazabilir miyim? Çünkü bu gazete için benden makale istiyorlar. Çok faydalı olan irşatlarınızdan başkalarının da faydalanmasına müsaade etmez misiniz?”

      Şu cevabı verdi:

      “İnsanlarla uzaktan konuşmayı ben de çoktan beri arzu ediyordum. Siz de buradaki konuşmalarımızı neşrederseniz benim de bu eski arzum tatmin edilmiş olur.”

(Cumhuriyet, 8 Mayıs 1924)

      Tebessüm

      Dün akşam gene yüce çınarın altında meçhul filozofla birleştik. İnsanlığın ilk mümeyyiz alametinin ne olduğunu sordum. Şu cevabı verdi:

      “Yeryüzünde, insanlık ‘tebessüm’ün ilk görünüşüyle beraber başlamıştır. İnsanlardan evvel, bu kara toprak üzerinde tebessümden eser görülmezdi. Tebessüm insana mahsustur. Hiçbir hayvan tebessüm etmez. Mantıkçıların insanı ‘hayvanı dahik’ diye tarif etmeleri bundan olsa gerek. Benim ruhlar üzerindeki tecrübelerime göre de tebessüm insanlığın mümeyyiz alametidir.

      Ben hasta ruhları, sinirli insanları daima yüzlerinin tebessümlü olup olmamasıyla teşhis ederim. Sinirli adamların yüzleri gülmez, tebessümden mahrum bir çehre gördüğüm zaman derhâl bunun bir sinir hastasına ait olduğunu anlarım. Tebessüm, ruhun sağlamlığı kadar saadetin de müjdecisidir. Beşikteki çocuğun ilk tebessüme başladığı gün, aile saadetinin tamamlandığı gündür. Çocuğun ilk mürebbisi, annesinin tebessümüdür. Sonraları birçok gözyaşı akıtan aşkın ilk başlangıcı da tatlı bir tebessümdür. Dostlar arasındaki samimiliği gösteren de tebessümdür. Ben, milletlerin hayat kabiliyetlerini de fertlerindeki tebessümlerle ölçerim. Yazık ki bizde zahit babalarla zahit mürebbiler tebessümü yasak ettiklerinden, münevver Türkler en az tebessüm eden bir sınıf teşkil etmişlerdir. Eski Türkler daima mütebessimdiler, bundan dolayıdır ki halkımız güler yüzlüdür.

      Bence yapacağımız inkılapların biri de ‘Tebessüm İnkılabı’ olmalıdır. Evet milletimiz daima şen ve şetaretli olmalıdır. Her işte muvaffak olmak için başlıca şart, müteşebbislerinin mütebessim olmasıdır. Yüzü gülmeyen adamlar hiçbir işte muvaffak olamazlar. Mesela yüzü gülmeyen bir avukat, en haklı bir davayı mutlaka kaybeder. Yüzünde tebessümü eksik olan bir aktris ne kadar güzel olsa şöhret kazanamaz. Yüzü gülmeyen bir muallim talebelerinin ruhuna hiçbir hakikat sokamaz. Yüzü gülmeyen bir tabip hastalarını tedavi edemez.

      Bir balcı, dükkânını en âlâ ballarla doldurduğu hâlde gelen müşterilere hiç bal satamazmış. Bir gün arifin birine şikâyet etmiş:

      ‘En iyi ballar benim dükkânımda olduğu hâlde gelen müşteriler, ballarımı beğenmeyerek gidiyorlar. Hâlbuki komşularımın balları iyi olmadığı hâlde müşterileri hiçbir zaman eksik değildir. Bunun sebebi nedir?’ ”

      Arif şu cevabı verir:

      “Sebebi şudur ki sen bal satıyorsun, amma çehren sirke satıyor.”

      “O hâlde, milletimizi tebessüme alıştırmak için ne yapmalı?” diye sordum.

      “Evvela dinin zahitlik demek olmadığını herkese anlatmak lazımdır. Din hiçbir zaman tebessümü menetmemiştir. Peygamber efendimizin çehresi daima mütebessimdi. Bundan dolayıdır ki onu bir kere gören, artık yanından ayrılamazdı. İslamiyette zahitlik yoktur. Bu hâl, ‘la ruhbaniye fil İslam’ hadisi şerifiyle ilan edilmiş iken sonraları her nasılsa gittikçe koyulaşan bir zahitlik dinimize girerek onun ruhunu değiştirmiştir.

      İslam ümmetinde musikinin, raksın, tezyinî sanatların, resimle heykeltıraşlığın inkişaf etmemesine sebep, dinimiz değil, ona fuzuli olarak girmiş olan zahitliktir.

      Zahidin görüşüne göre ruha şetaret veren her şey haramdır. Hâlbuki İslamiyet, müstevli şetaretiyledir ki az zamanda dünyanın büyük bir kısmına intişar etmiştir. Menakıp kitapları gösteriyor ki evliyalar da peygamberler gibi daima mütebessim imişler.

      Bugün halkı tetkik ediniz. Mütebessim vaizleri severler ve vaazlarına devam ederler.

      Fakat kaşları çatık, yüzü gülmez bir vaiz herhangi bir camide vaaza başladı mı caminin müdavimleri günden güne eksilir. Demek ki bu millet tebessümsüz çehreleri sevmiyor.

      Saniyen çocuklar, kadınlar ve halk üzerinde yapılan muhtelif baskılar yüzlerindeki bu tebessümleri uçurmuştur. Bir mektebe girdiğiniz zaman, bütün çocukların tebessümsüz olduğunu görürseniz muallimlerinin çocukların üzerinde baskı yaptığına derhâl hükmediniz. Bazı muallim çehreleri vardır ki falakadan daha korkunçtur. Babaların bazısı da kendi çocuklarına daima ekşi bir yüz göstermeyi itiyat etmişlerdir. Birçok kocanın da karıları üzerindeki tesiri aynı suretledir.

      Amirin maiyetine, ustanın çırağına hele köy ağalarının köylülere gösterdikleri yüz daima huşunetlidir.

      Cumhuriyetin en esaslı vazifesi, bütün baskıları kaldırıp yerine tatlı muameleleri koymaktır. Tatlı muamelelerin delilleri ise çehrelerdeki tebessümdür. Tebessümü münevver