Зия Гёкальп

Çınaraltı Konuşmaları


Скачать книгу

dolduran ve insana kendisi için hayatını, servetini, her şeyini feda ettiren bir yaşayış tarzıdır.

      Mefkûre, galeyanlı içtimalardan doğar. Hususiyle, milletin büyük bir tehlikeye duçar olduğu yahut büyük bir zafer kazandığı zamanlarda milletteki bütün ruhları istilası altına alır. Böyle zamanlarda herkes mefkûrelidir. Çünkü mefkûre şeniyet hâlini almıştır. Fakat bu galeyanlı hâl devam edemez. Çünkü bir taraftan ruhları yorar, diğer cihetten iktisadi hayata mâni olur. İktisadi faaliyetler için, ruhların sekinetli ve sükûnlu olması lazımdır. Asıl hüner, içtimai galeyanlar olmadığı zamanlarda ruhunda mefkûreyi canlı olarak yaşatmaktır. İşte mefkûrenin bu şekli, ruh düşüklükleri için daimî bir münebbihtir ve gayriuzvi ruh hastalıklarını esaslı bir surette tedavi eder.”

(Cumhuriyet, 11 Mayıs 1924)

      Türklerin En Zayıf Noktası ve En Kuvvetli Noktası

      Dün ikindiden sonra yine Çınaraltı’na gittim. Meçhul filozof orada idi. Selamdan, hâl ve hatır soruşlarından sonra, şu suali sordum:

      “Türkler hangi noktada çok kuvvetlidir ve hangi noktada çok zayıftır? Buna dair fikirlerinizi lütfen söyler misiniz?”

      “Türk milletinde maşerî vicdan çok kuvvetlidir, bu hususta sair Şark milletlerine benzemez. Diğer Şark milletlerinde, henüz aşiret ve feodalizm teşkilatı kalkmamıştır. Bu sebeple, onlarda yalnız zümre-vi vicdanlar kuvvetlidir. Türklerde ise aşiret ve feodalizm teşkilatları kalmadığı ve her Türk köyü Avrupa köyleri gibi bir komün mahiyetinde bulunduğu için umum millete şamil gayet kuvvetli bir maşerî vicdan vardır. Türkler, nice defa harp ve felaket zamanlarında, bu maşerî vicdan sayesinde, büyük kahramanlıklar ve fedakârlıklar göstererek, cihan efkârı ammesinde (halk efkârında) muhterem bir mevki kazanmışlardır. Türkleri askerlik hususunda birinci derecede bir millet yapan işte bu hususiyesidir (hassasıdır). Türklerin tehlike zamanlarında daima bir rehberin arkasında birleşerek harikalar göstermesi mümkündür. Hususiyle, bu rehber hem kahraman hem de dâhi olduğunu fiiliyatla ispat etmiş bulunursa bütün millet, tamamiyle tereddüt ve şüpheden ari olarak, her türlü tehlikeye onunla beraber atılmaktan çekinmez. Bu ruhi ve içtimai kudret, Avrupa’nın en kudretli milletlerinde bile bu derece kuvvetli değildir.

      Tehlike ve harp anlarında daima Türk milletinin mucizeler göstermesini bekleyebiliriz ve Türklerin hiçbir millette görülmeyen fedakârlıkları yapacağından emin olabiliriz. Türk milletinin daima güvenebileceğimiz en esaslı kudreti budur.

      Türklerin en zayıf noktasına gelince, bu da taksimi amalinin (iş bölümü) kâfi derecede derinleşmemiş olmasından ibarettir. Taksimi amal, fertlerin mütehassıs olmasını ve yalnız mütehassıslara kıymet verilmesini icap ettirir. Bizde şimdilik mütehassıslar azdır ve umumi malumat sahiplerine, hezarfenlere daha çok kıymet veriliyor.

      İşte en zayıf noktamız da budur. Bundan dolayıdır ki en yüksek mefkûrelere doğru atıldığımız ve en cezrî inkılapları yapmak cüretini gösterdiğimiz hâlde, her işin mütehassıslarını bulamamak yüzünden, tatbikatta süratli ve hatasız olamıyoruz. Bu noktadaki eksikliğimizi itiraf ederek derhâl çaresine tevessül etmeliyiz. Mütehassıs yetiştirmek için Avrupa’ya çokça talebeler göndermemiz ve yetişmiş mütehassıslarımız varsa onlara dört elle sarılmamız lazımdır.

      Gustave Lebon başka bir filozoftan naklen diyor ki:

      ‘Fransa’nın birinci derecedeki elli mühendisi, elli kimyageri, elli mimarı, elli tabibi, elli ziraatşinası, elli erkânıharbi, elli hukukçusu, elli iktisatçısı, elli maliyecisi birdenbire vefat etse Fransa milleti bir an içinde mahvolur; fakat ihtisasla alakadar olmayan bütün idare heyeti bir an içinde hayatı terk etse Fransız milleti bunların yerine daha iyilerini bularak, yine eskisi gibi yaşamaya devam edebilir.’ Biz, maşerî vicdanımızın çok kuvvetli olması sebebiyle, Avrupa’nın en kudretli milletlerinden biriyiz.

      Fakat taksimi amalimizin henüz başlangıç devresinde bulunması ve az miktarda bulunan mütehassıslarımıza da kâfi derecede kıymet vermeyerek en ziyade iş görecekleri mevkilerden uzaklaştırmamız, milletimizi terakki sahasında daima yerinde sayar bir hâle getirmiştir ve bu yolu takipte ısrar edersek hiçbir zaman asri bir millet olamayacağımızdan ve Avrupa medeniyeti camiasına giremeyeceğimizden emin olmalıyız.”

      Yine sordum:

      “Bu milletin en büyük mefkûreleri nelerdir?”

      Şu yolda cevap verdi:

      “Bu milletin en büyük mefkûrelerini dört mefkûrede icmal edebiliriz: 1. Milliyetçilik, 2. Halkçılık, 3. Garp medeniyetçiliği, 4. Cumhuriyetçilik.

      Türk milleti bu gayelere ulaşmak için maşerî vicdan kuvvetiyle, neler yapmak mümkünse hepsini yaptı. Fakat yalnız ihtilaslar, taksimi amal ve mesleki teşkilatla yapılması lazım gelen şeylere henüz başlamadı bile! Bu eksikliğimizi tamamlamaya çalışmak en büyük borcumuzdur. Bunun en süratli çaresi ve en kolay tedbiri Avrupa’dan mütehassıslar getirtmektir. Ben, Avrupa sermayesinin memleketimize girmesinden korkmadığım gibi Avrupa’nın siyasi mahiyette olmayan hakiki mütehassıslarına da tamamiyle güvenirim. Medeniyet beynelmilel olduğu gibi onun mümessilleri olan hakiki mütehassısları da beynelmilel insanlardır. Mesela Pasteur’ün keşiflerinden bütün milletler fayda görmüşlerdir. Diğer bütün kâşiflerin ve muhterilerin faydaları da günden güne bütün medeniyet âlemine şamil olmaktadır.”

      Ben yine sordum:

      “Taksimi amal bu kadar ehemmiyetli bir amil olduğuna göre, onun derinleşmesinin büyük içtimai değişmelere sebep olması lazımdı. Bu değişmeleri niçin görmüyoruz?”

      Şöyle cevap verdi:

      “Avrupa’da Rönesans’la başlayan bütün inkılaplar, taksimi amalin cemiyet hayatında yeni bir amil olarak tesire başlamasının tabii neticelerinden ibarettir. Mesela ‘Rönesans’ medeniyette inkılap olduğu gibi, ‘reform’ dinde inkılap, ‘renovasyon’ felsefede inkılap, ‘revolüs-yon’ siyasette inkılap, ‘feminizm’ kadınlıkta inkılap, ‘sosyalizm’ iktisatta inkılap ve “içtimai terbiye” terbiyede inkılap demektir.

      Taksimi amalden evvel bu inkılaplara dair hiçbir ize tesadüf edilmezdi. O zaman, yalnız maşerî vicdandan doğan maşerî müesseseler ve mefkûreler mevcut olabilirdi. O zamanki insanlar yalnız maşerî vicdana ve maşerî şahsiyete maliktiler. Ferdî vicdanla ferdî şahsiyet henüz fertlerde teşekküle başlamamıştı. Fakat taksimi amal derinleştikten sonra, iptida, mesleki vicdan, sonra da ferdî vicdan vücuda gelmeye başladı. Ferdî vicdan, ferdin cemiyetteki din, ahlak, hukuk, sanat, lisan, siyaset, aile gibi müesseseleri kendine mahsus bir nüansta görmesi, millî zemin üzerinden kendi doğan nakışları işlemesi demektir. Ferdî şahsiyet sahibi esaslarda kendi milletiyle mütesanit olmakla beraber, bunların tefsirinde tamamiyle şahsidir.

      Taksimi amalden doğan bu yeni ruha ferdin istiklali denilir ki Avrupa’da bugünkü terbiyenin üç hedefinden biridir. Diğer iki hedef de çocukların inzibatlı ve fedakâr olarak yetiştirilmeleridir.

      Görülüyor ki taksimi amal, içtimai tekâmülü iki büyük kısma ayıran en mühim amildir. İçtimaiyat ilmi, cemiyetleri, taksimi amalli olup olmamalarına göre iki büyük cinse ayırmıştır:

      Kıtavi cemiyetler, müteazzi (organize) cemiyetler.

      Bunlardan kıtavi cemiyetlerde yalnız müşterek vicdan vardır. Henüz, taksimi amal kâfi derecede vücuda gelmemiştir. Müteazzi cemiyetlerde ise maşerî vicdandan başka, taksimi amal ve onun neticesi olan ihtisas da teşekkül etmiştir. Yukarıda saydığımız inkılaplar milletlerin kıtavi cinsinden müteazzi cinsine geçtiği zamanın zaruri ve tabii neticeleridir. İşte, bugün Türkiye bu merhalede bulunuyor. Düne kadar kıtavi bir cemiyettik. Bugünden itibaren müteazzi bir cemiyetiz. Şu kadar ki bu yeni hayatın henüz başlangıcındayız.