Зия Гёкальп

Çınaraltı Konuşmaları


Скачать книгу

Çünkü ‘otorite’ iki türlüdür. Bir otorite vardır ki ona hürmetle ve muhabbetle itaat ederiz: ‘Velayet’tir.

      Diğer bir otorite daha vardır ki ona korkarak, tiksinerek itaat ederiz. Bu da ‘sulta’dır.

      Ahlakçılarla inkılapçılar, yalnız velayeti meşru görürler; onlarca ‘sulta’ gayrimeşru ve izalesi vacip olan bir kuvvettir.

      İnsanlar totemli semiye devrinde iken, yalnız velayet vardı; ‘sulta’ yoktu. Semiyenin reisi ferdî hiçbir kuvvete malik olmayan bir memurdan, bir cumhur reisinden ibaretti. Avustralya vahşilerinde bu hâli görüyoruz.

      Şimali Amerika’nın garp taraflarında ‘Tilnkit, Haida, Kuvakiult’ adlı kavimlerde semiyenin totemi, semiye reisi tarafından gasbedi-liyor. Totem, ferdîleşerek, hâkimiyet maşerden ferde geçiyor. ‘Velayeti amme’ yerine de ‘sultai hassa’ kaim oluyor. İşte derebeyliği böyle başlıyor.

      Derebeyi iptida, kendi semiyesini, sonra kabilesine ait bütün semiyeleri, daha sonra, aşiretin diğer kabilesini sultasına alarak, nihayet bütün aşirete hâkim oluyor. Ailenin asabe enmüzecinde, zevilerham, asabenin sultası altına giriyor. Asabenin bir nevinde de ailenin reisi, bütün asabesini ve kendi çocuklarıyla karısını sultası altına alıyor. Yani bunları öldürmek ve astırmak kudretlerine malik oluyor. İşte bu aile enmüzecinedir ki ‘pederşahi aile’ adı veriliyor. Ve en nihayet bir aşiret beyi, bütün diğer aşiretleri ve şehirleri hâkimiyeti altına alarak ‘sultan’ adını alıyor. İşte, fertlerin ruhları üzerinde daimî bir tazyik icra ederek, ruhlarından neşeyi ve dudaklarından tebessümü kaçıran bir sultadır. Bununla beraber, sultalar yalnız siyasi sahalarda kalmıyor. Din ki en tatlı ve ruha en samimi şetareti veren bir müessesedir. Bu da zühdün ve taassubun ona hulul etmesiyle, sulta sahibi oluyor. Ahlak, cahil mürebbilerin ve muallimlerin elinde sultanlı bir hâkim vaziyetine giriyor. İktisadi hayat da bugün sermayedarları, yarın ameleleri sulta sahibi kılıyor. Gazeteler de bazen tehdit vaziyeti alarak sulta sahibi olmaya çalışıyor.

      Hülasa, zavallı insanlar gerek aileler ve gerek cemiyet içinde birçok sultanın tahakkümü altında kalıyorlar. Bütün bu sultalar kalplerdeki şetaretin, dudaklardaki tebessümün düşmanıdır. Tebessümü milletin fertlerinde yeniden umumileştirmek için, bütün bu sultaları kaldırmak lazımdır.”

      “Velayet, hürmet duygusu uyandırdığına göre onda da bir nevi sulta mahiyetinin bulunması lazım gelir. Çünkü hürmet duygusunu tahlil edersek bunun sevgi ile korkudan mürekkep olduğunu görürüz.”

      “Korku iki türlüdür: Birincisi babamızdan korkmak, ikincisi yılandan korkmakla temsil edilebilir. Tabii babamızdan korkmak, yılandan korkmak gibi değildir. Babamızdan korkmamız onun sevgisini ve teveccühünü kaybetmek endişesinden ibarettir. Zahitleri istisna edersek, bizim Allah’a karşı olan korkumuz da babamıza karşı olan korkumuz gibidir. Çünkü Allah’a karşı olan korkumuz da onun muhabbet ve teveccühünü kaybetmek endişesinden ibarettir.

      Bir çocuğa sormuşlar, Allah’tan mı korkarsın yoksa yılandan mı? Zeki çocuk şu cevabı vermiş: Allah’tan korkarım, yılandan da ürkerim. Demek ki bu çocuğa göre korku ile ürkmenin manaları ayrıdır. İşte, velayetle sulta da böyledir. Velayeti hem severiz hem de ondan korkarız. Sultadan ise ürker ve nefret ederiz.”

      “Bu ifadelerinizden anlaşılıyor ki memleketin her müessesesinde sultayı kaldırmak, onun yerine velayeti ikame etmek lazımdır.”

      “Cumhuriyetin hakiki manası da bu değil midir?”

      “Evet cumhuriyet demek bütün bu sultaları kaldırmak demektir. Cumhuriyet velayetlere hürmet eder. Yalnız sultaları kaldırır.”

      “Cumhuriyet aynı zamanda hürriyetin azami bir derecesi demektir. Velayetler, hürriyeti takyit ve tahdit etmezler mi? Nasıl oluyor da velayeti hürriyete münafi görüyorsunuz?”

      “Velayet, hürriyetimize tamamiyle malik olduğumuz hâlde, hürmet ettiğimiz bir maşerî kudrettir. Velayet, hatta zerre kadar bile hürriyetimize tecavüz etse derhâl mahiyeti değişir, sulta hâlini alır. O hâlde, hürriyete mugayir bir velayetin tasavvuru bile gayrimümkündür. Velayet olmasa cemiyette inzibat olmaz. Hürriyet de olmasa terakki vücuda gelmez. Şimdi tamamiyle anlaşıldı ki Türklerde şetaretle tebessümü yeniden uyandıracak amiller sultasız bir velayet, mefkûreli bir hürriyettir. Çünkü şetaretin ve tebessümün bir membası da mefkûrelerdir. Bunu da yarınki musahabemizde izah edeceğim.”

(Cumhuriyet, 10 Mayıs 1924)

      Mefkûre

      Dün yine meçhul filozofla birleştik. Ona gayriuzvi sinir hastalıklarının ne demek olduğunu sordum; şu cevabı aldım:

      “Sinirler uzvi olduğu hâlde, gayriuzvi sinir hastalıkları tabirinde aşikâr bir tenakuz vardır. Fakat bunlara bizim sinir hastalığı dememiz ve Avrupalıların ‘nevroz’ demesi, asabi arızalarla tecelli etmelerinin neticesidir. Bazı tabipler bunların sebeplerini dahilî guddelerin az yahut çok faaliyetinde görüyorlar. Ben bu uzvi sebebi reddetmemekle beraber, içtimai sebeplerin de bunlar üzerinde müessir olduğunu tecrübelerimle meydana çıkardım.

      Misal olarak ‘psychastenie’ hastalığını alalım, bunun manası ‘ruh zayıflığı’dır. Bu hastalığı Doktor Pierre Jeanne keşfetmiş ve ona bu ismi vermiştir. Cemiyet içinde bazı fertlerle temas etmek, insanı ruh zafiyetine uğratır. Bazı fertlerle temas etmek de, ruh zafiyetine duçar olmuş bir ferdi bu hastalıktan kurtarır. Mesela, kaynanaların gelinlerine daima kalp kıran ve gönül inciten sözleri ve çatık kaşlarıyla öfkeli çehreleri, gelinlerin ruhlarını daima bir tazyik altında bulunduran amillerdir. Bunun gibi bazen bir koca kendi karısına yahut bir anne kendi kızına, bir büyük kardeş, küçük kardeşine kaynanalık yapar.

      Doktor Pierre Jeanne diyor ki: ‘Bana bir hasta getirdikleri zaman, hastanın ailesi içinde onu bu hâle getiren asıl ve büyük hastayı ararım. Hastalığı husule getiren amil bu büyük hastanın tazyikleridir. Büyük hasta, zayıf ve düşük olan ruhunun kuvvetini ve seviyesini yükseltmek için bir münebbihe muhtaçtır. Bu hasta ekseriya şu münebbihi, daima yanında bulunan birisi üzerinde tahakküm yapmakta bulur. Yaşlı bir kadın, ekseriya ruhu düşük bir kadındır. Bunun pençesi altına düşecek mahluk ya gelini yahut kızıdır. Kızını tazip etmeye ekseriya şefkati mânidir. Bu suretle, bütün tazyiklerini gelini üzerine çevirir. Böyle bir kadının gelini yoksa kendi kızı onun yerine geçer.’ Bir kadın dermiş ki: ‘Ben kızımı haksız yere azarladığımı biliyorum. Fakat böyle yapmasam ben hasta olacağım.’

      Bazen de bir fertle temas etmek hasta bir ferdi tedavi eder. Yine Doktor Pierre Jeanne diyor ki: ‘İki genç kız ağır surette ruh zafiyetine uğramıştı. Bunlar bir gün birbirine rast gelir, dertlerini birbirine anlatır. Karşılıklı anlaşma neticesi birisi diğerine ‘Sen delisin!’ der, öteki de evvelkine ‘Sen de delisin!’ cevabını verir. Bu son hitaplar ikisine de derhâl şifa verir. Bunlar, beraber yaşamaya karar vererek aynı odada yaşamaya başlarlar. Beraber bulundukça ikisi de sağlam bir hayat yaşar. Fakat kötü zan sahibi komşular, bunlar aleyhine beraber yaşadıkları için dedikodu çıkarırlar. Kızlar ismetli oldukları için ayrılmaya mecbur olurlar. Fakat ayrılır ayrılmaz ikisi de tımarhanelik hasta olur.’ Doktor Pierre Jeanne bunlara der ki: ‘Halkın dedikodusuna bakmayınız. Vicdanlarınız sizi itham etmezse başkalarının ithamlarının hiçbir kıymeti yoktur. Siz ikiniz beraber yaşamaya mecbursunuz. Çünkü birbirinize olan tesiriniz hastalandırıcı değil, şifa vericidir.’ ”

      “Bu hastalığın ilacı nedir?” diye sordum.

      “Bu hastalığın ilacı, evvela hastalığın sebebini ortadan kaldırmaktır. Hastayı herhangi adamın tazyiki bu hâle getirmiş ise iptida onu hastanın yanından uzaklaştırmak lazımdır. Doktor Pierre Jeanne, evin içinde bazen bir kaynanayı yahut emektar bir kadını, meşum tesirinden dolayı evden