Samipaşazade Sezai

Sergüzeşt


Скачать книгу

zade Sezai (1860-1936), İstanbul’da doğdu. Babası devrin ileri gelenlerinden Sami Paşa’dır. Sezai, babasının konağında özel öğrenim görerek yetişti; çok genç yaşta yazarlığa başladı. Namık Kemal ve Abdülhak Hamit’in etkisiyle, daha ilk yazılarından başlayarak yeni edebiyat yolunda çalışmalar yapan Sezai, ağabeyi olan Suphi Paşa’nın Evkaf Nazırlığı sırasında Evkaf Nezareti Mektubî Kalemine memur oldu (1880), babasının ölümünden sonra da Londra Elçiliği ikinci kâtipliğine atandı (1881). Orada dört yıl kaldı; bu sırada İngiliz ve Fransız edebiyatlarını yakından izledi. İstifa edip İstanbul’a dönünce İstişare Odasına memur oldu. Yedi yıl kadar süren bu dönemde (1885-1901) sanatının olgunluk çağına ulaştı; yayımladığı roman ve hikâyeleriyle edebiyat alanında ünü yayıldı. Sergüzeşt romanı dolayısıyla takibata uğrayınca Paris’e kaçtı (1901). İttihat ve Terakki Cemiyetinin yayın organı olan ve Mısır’da yayımlanan (1902-1908) Şûrâ-yı Ümmet gazetesine başmakaleler ve başka yazılar yazdı. Meşrutiyet ilan edilince İstanbul’a döndü (1908), bir yıl sonra Madrid Elçisi oldu (1909), Birinci Dünya Savaşı’na kadar orada kaldı. Savaş yıllarını İsviçre’de geçirdi, mütareke devrinde emekliye ayrılarak İstanbul’a döndü (1921). Son yıllarında TBMM’nin kararıyla kendisine aylık bağlandı (1927). 1936’da İstanbul’da öldü.

      Eserleri: Sergüzeşt (1889), Küçük Şeyler (1892), Rümuzü’l Edeb (1898)

      Ön Söz

      1305 (1889) senesinde Sergüzeşt’in çıkışını fevkalade güzel bir surette karşılayanlar, o zamandan geleceği aydınlatmaya başlamış olan gençler idi. Senin kadar veya senden genç olan o, hem aydın hem de aydınların, daima yürüyen o fikir yolcularının öncüsü olarak Sergüzeşt her gün daha ziyade yayılıyor, buna rağmen sen her gün daha ziyade gizleniyordun, irfan âleminden gördüğün bu iyi niyetli kabule karşı, hiç olmazsa beş on kitabın Sergüzeşt’i takip edecekti. Sergüzeşt bir vaat idi. Vaadini niçin tutmadın?

      1305 (1889). Otuz üç sene sabah olmak bilmeyen ufuklarında, en küçük bir şafak ışığı görünmeyen uzun bir gece içinde idi. O uzun gecede doğan tek tük yıldızlar, memleketi terk ederek gurbet ellerinin hicran ufuklarında sönüyorlar; kalanlar da vatan semasında bir müddet parladıktan sonra istibdadın tutuşturduğu volkanlardan yükselen siyah bir dumanın içine gömülüyorlardı. O devirde bir kalp ve fikir kargaşalığı fertlerden cemiyete, cemiyetten memleketlere, memleketlerden bütün vatana yayılarak; düşüncelerin, sakin ve durgun ırmakların kaynaklarını karıştırıyordu. Edebiyat ile baş başa kalmak için, bütün vatanda bir huzur köşesi yoktu. Bu hâllere karşı, muhitin tesiriyle geçirdiğim şiddetli, yakıcı ve yıkıcı asabi bir hayat içinde yazıhanemin önünde şiir perisinin düşüncemi ziyaret ve iltifatını beklerken kapımda hafiyelerin ayak seslerini, penceremden beni gözetleyen kaplan bakışlı gözlerini gördüm. Çünkü Sergüzeşt’e esaret aleyhinde başlamış ve “hürriyetine” diyerek son vermiştim.

      O devirde milletlere refah temini ve ticaret için, marifet ve ilim ihracat ve ithalatı için, fikir ve zekâ gezintileri için okyanusun üzerinde gidip gelen gezici sarayların izleri ve çizgileri kıtaları birbirine bağlarken, ilme yeni bir keşif ilavesi arzusuyla kutuplara gidip gelinirken geceleri Boğaziçi’nin bir sahilinden diğer sahiline geçmek yasaktı. Hâlbuki o sahiller, bazen cennet rüyasına benzeyen Boğaziçi’ne hayalin dalıp kaybolması için çiçeklerden yapılmış dünyanın en güzel, yumuşak bir yastığı idi.

      O zamanki hâlimi tasvir için otuz beş sene evvel şöyle birkaç söz söylemiştim:

      İntizara kalmadı bak iktidar

      Kûşe-i uzlette oldum ihtiyar

      İntizarım hep vatan ikbalidir

      Kaldı bir düşman elinde tarumar

      Bu vatanda gördüğüm her gün benim

      Ah ü efgan ile hâl-i ihtizar

      Karşı durdum lütfuna, tehdidine

      Merdlikle işte ettim iştihar

      (Bak beklemeye gücüm kalmadı. Yalnızlık köşesinde ihtiyar oldum. Beklediğim hep vatanın saadetidir. Bir düşman elinde perişan oldu. Bu vatanda benim her gün gördüğüm ah, feryat ile can çekişmesi. Lütfuna, tehdidine karşı durdum. Yiğitlikle ün saldım.)

      Uzun olan bu manzumenin alt tarafını şimdi hatırlamıyorum. Ben saklamadım. Küçük Şeyler’le Rümuzü’l-Edeb’i1 neşrederek Paris’e hicretle yedi sene Şura-yı Ümmet gazetesinde mücadele ettim. O gazetede ve başka yerlerde yazdıklarım toplansa Sergüzeşt gibi birkaç kitap olur. Şimdi geçmiş, mazi olmuş bir devrin taşkınlık ve heyecanını bu sahifelere getirmek istemem. Bunları söylemekten maksat, malum olduğu üzere, bir müellifin yazdığı veya daha ehemmiyetli olarak yazamadığı şeyleri anlamak için, onun bulunduğu muhiti ve etrafını çeviren tesirlerle duyguların nüfuzunu arz etmektir.

      O zamanki hayatta Avrupalılarınki gibi roman mevzusu bulmak müşküldü. Fakat Avrupalılar gibi yazmak ne için? Sade, içten ne kadar roman mevzusu bulunurdu. Bir de ben hissettiğim şeyi yazamam. Daha doğrusu yazmak istemem. Hâlbuki en büyük eserler histen ziyade fikirle yazılır. Hissin ön planda geldiği eserler kadınlaşır. Mesela Endülüs’teki Arapların mimari eserlerinde his o kadar üstün gelmiştir ki taştan duvarlarında kalpleri görülür, güzel saraylarının nakışlı pencerelerindeki renklerin boyası hayallerinin gözyaşı ve tebessümlerindendir. Bu kadar incelen büyük bir medeniyetin ve yalnız yüksek ruhların görebileceği bir şiir rüyasına dalmış Arapların, benim büyük Sadi’min:

      Heme Ademî zade bûdend teykin

      Çu gorkân behunhoregî tiz-cengî

      (Herkes “insanlar” âdemoğludur ama kurtlar gibi birbirlerinin kanını dökerler.)

      dediği, insanların arasında bilhassa o zamanki haşin İspanyolların içinde devam edemeyerek Endülüs’ü terke mecbur edileceklerini, kendi yüksek sanatları, dilini bilenlere söyler.

      Dünyanın en büyük ve en cani milleti olan Romalıların güzel sa natlarında hissin hissesi yok gibidir, gök kubbeyi başında tutacak gibi görünen mermer direkleri birer fikir, birer düşüncedir. Mermer direkleri, mermer merdivenleriyle batan güneşin önünde al bir renk kazanan mağrur sarayları ebediyete karşı birer zafer takı gibi durur. Namık Kemal’in, Süleyman Nazif’in eserleri gibi…

      Namık Kemal’in üslubunda atalarından gelen bir cihangirlik hassası vardır. Kemal, Büyük Britanya sahilinde iken, İngiltere’yi tarif için diyor ki:

      (Bu tasvir aynen değil fakat mana itibariyle böyledir.) Denilebilir ki, okyanusun her yükselişinde, dünyanın ihtiyaçları İngiltere’den gidiyor, çekilişinde dünyanın bütün serveti adaya dökülüyor. Kendi de böyledir. Kemal’deki mana, yükseliş hâlinde olunca, Türk fikir ve kalbinin bütün malzeme ve ihtiyacı o deha kaynağından gidiyor. Çekilişinde ilhamın bütün hazine ve mücevheri o irfan âlemine dökülüyor. O mana çekilişinin Kemal’e getirdiği incilerden bir tanesi de Süleyman Nazif’tir. O da ırkının bütün ateşleri kalbinde, doğu güneşinden vücuda gelmiş üslubu kaleminde olduğu hâlde, her türlü saldırıya karşı Türk irfan hududuna konulmuş bir bekçi, edebiyatta mektep gibi gelip geçici modalar, inançlar gibi efsanelerin üstünde görülür.

      Sergüzeşt’i duygu üstadı Ekrem’in nihayetsiz kalbine ithaf ile yükseltmek istemiştim. Bu eserin bir meziyeti varsa, o da şimdi yerin altında yatan fakat ebediyetin en yüksek noktasında heyecanı bitmez tükenmez olan o kalpten almasıdır.

Samipaşazade SezaiVaniköyü: 4 Mart 1924

      1

      Rusya kumpanyasının Batum’dan gelen bir vapuru Tophane’nin önüne yanaştığı zaman denizin üzerinde sabırsızlıkla bekleyen birkaç kişi, sandallardan vapurun içine atılmışlardı. Bunlardan birisi, uzun boylu, geniş omuzlu, seyrek siyah bıyıklı, etekleri ayaklarına kadar uzun, beli gayet dar bir Çerkez paltosu giymiş; başında kendi kavminin kalpağı, elinde bir gümüşlü kırbacı olan Çerkez’e:

      “Sefa geldiniz. Cariyeler nerede?”

      “İşte burada.”

      “Kaç tane?”

      “Üç.”

      “Güzel