Samipaşazade Sezai

Sergüzeşt


Скачать книгу

bir sazın sesi ile paha biçilmez bir güzelin yalvarışları arasında bir ayrım yapmazdı, insanlık vazifelerinden iki şeye kutsal bir değer verirdi.

      Biri, ticaretini geliştirmek maksadıyla odasının duvarına asılan kırbacı; diğeri de evine giren zayıf yaratıkların kimsesizliği idi.

      Sandalın içinde iken, o büyük, yuvarlak gözleriyle Çerkez’e bakarak ve birer küçük yelpaze kadar büyük olan ellerini sallayarak esirleri pazarlık ediyordu. Pazarlık yolunda gitmeyince kırk beş, elli yaş arasında olduğunu gösteren ve siyahtan ziyade kirli bir renge çalan kır sakalıyla esmer çehresinde bir iki kaba buruşukluğu tiksindirici bir hâl alırdı.

      Halayıkların ikisi on altı, on yedişer yaşlarında, Kafkasya’nın iki parlak güzellik mahsulü idi. Üçüncüsü tahminen dokuz yaşında bir küçük esir idi ki saçlarıyla kaşlarının arası biraz yakınca, ağzı gayet küçük, yuvarlak omuzlarına nispetle beli incecik, hele o siyah gözlerde zekâ parıltısı sonsuz bir tatlılık gösterirdi. Üstat bir el ile ölçülü çizgileri çekilmiş fakat rengi verilmemiş bir resimdi. Zira küçücük dudakları pek renksiz, bakılmamaktan saçları seyrek, sefalet ve yol sıkıntılarının tesiriyle rengi uçuk, gözlerinin etrafı ince bir siyah daire ile çevrilmiş, bakışında, kafesin içine konulmuş bir kuşun ara sıra gökyüzüne bakışını andırır gizli bir hüzün ve üzüntü görülürdü. Bu küçük kızın üzerinde dar ve baştan ayağa kadar ilikli bir Çerkez paltosu, başında küçük eski bir kalpak vardı.

      Sandallar sahile yanaşarak bu kızları bir eve götürdüler. Eve girdikleri zaman, esircinin karısı karşılayarak:

      “Bu ikisi güzel! Bu küçük kız, hastalıklı bir şeye benziyor. Bunu buraya ölsün diye mi getirdin?” dedi.

      Hacı Ömer:

      “Biz de bunu bin liraya almadık ya! Tam, Yüksek Kaldırım’daki Mustafa Efendi’nin karısının istediği gibi bir küçük…” cevabını verdi. O gece Çerkezler o evde kaldılar; üç günde, beğenmeye bağlı olarak, üçünün de pazarlığı bitti.

      Bu evde kızlar geceleri bir odaya toplanır, birbirleriyle konuşurlardı; fakat çok gülmek, Çerkezce konuşmak yasaktı. Bir müşteriye gidip de, her ne sebepten dolayı olursa olsun, beğenilmeyerek gelen esirlere on on beş kırbaç vurulurdu.

      Bu eve gelişlerinden birkaç hafta sonra, bir sabah, Hacı Ömer o küçük esir Çerkez’e:

      “Haydi kalk, gideceğiz.” dedi.

      Çocuk, kendi yaşındakilere mahsus bir tavırla hemen yerinden kalktı. Koşarak beraber geldiği kızlardan birinin boynuna sarıldı. Birbirleriyle öpüşüp ayrıldıkları zaman, çocuğun gözünde, küçücük ruhunun acısını belirten bir damla yaş gözüktü; sonra birdenbire hayatın ıstırap yükünü hissetmeye başlayan adamlar gibi, minimini kaşlarını çattı. Ciddi, müteessir, düşünceli bir çehre ile esircinin o kocaman ellerinden tutarak evden çıktılar. Yürüyorlardı. Çocuk sokakta giderken, etrafından geçen arabalara, tramvaylara hayran hayran bakıyordu. Tophane Meydanı’na geldikleri zaman, orada birçok çocuğun gülüşerek, haykırarak oynadıklarını gördü. Duygular kaynaşan kalplerinden geçen arzular üzerinde hiç düşünmeden hemen uyuvermek çocukların özelliklerinden olduğu için, kendisinden geçerek (yerde koşuşan bu yaratıkların gökyüzünde uçuşan kuşlarla bir münasebeti olmalı), kendilerinden bir topluluk gördükleri zaman ona katılma sevdasının şevkiyle, hemen onların yanına doğru koşmaya başladı.

      Birdenbire esircinin o büyük, o korkunç gözlerini açarak:

      “Gel buraya… Şimdi kırbacı çıkarırım!” dediğini işitir işitmez, yavaş yavaş geri döndü.

      Yanındaki gulyabaninin ellerini tutarak kendisinin nasıl bir demirden esaret pençesi içinde olduğunu birinci defa olarak hissetti. Yürüyorlardı.

      İkisi de hiç lakırdı söylemiyordu. Köprünün üzerinden geçerken iki tarafa yanaşıp kalkan vapurlardan gözünü ayırmıyordu. Birkaç adım daha ileri gidip de vapur düdüklerinin sesini işitir işitmez bulunduğu yerde vücuduna titreme geldi. Zira, memleketinden ayrılıp gelirken, Batum’da duran vapur düdüğünün aksi hâlâ kulağında kalmıştı. Karşı tarafta, gökyüzünün mavi gölgesi altında, omuz omuza yükselmiş dağların üzerinden dökülüp gelen bir rüzgâr, saçlarını dağıtarak görmüş olduğu bir rüyayı, yani memleketini hatırlatarak mustarip kalbine anlaşılmaz bir surette teselli veriyordu. Yürüyorlardı. Köprüyü geçip de Yeni Cami’nin önüne geldikleri zaman çocuk, rengi büsbütün uçmuş yüzünü, korku ve tereddüde delalet eden bir hâl ile kaldırarak Hacı Ömer’e:

      “Karnım aç.” dedi.

      Esirci kolunu çekerek düşürecek gibi olduktan ve yine itip doğrulttuktan sonra:

      “Yürü!” dedi.

      Yürüyorlardı. Biçare çocuğun o güzel fakat renksiz dudakları titriyordu. Çakmakçılar Yokuşu’nu çıkarken, ayaklarının sızladığını hissediyor; fakat korkusundan söylemiyordu. Gözüne, karşısındaki on adımlık yer yürümekle bitmez tükenmez, sonsuz bir mesafe gibi görünmeye başladı. Ayakları dolaşacak gibi oldu. Sonra yine doğruldu. Yürüyorlardı. Beyazıt Meydanı’na geldikleri zaman, gözünü çevirip de bir tarafa bakmaya mecali kalmamıştı. Bacakları, güya vücuduna bağlanmış, birer kurşun gibi ağır gelmeye başladığından, vücudundaki bütün kuvveti onları sürüklemeye ancak yetişiyordu.

      Hele şükürler olsun, Beyazıt’ta tramvay durağının yanındaki bir kahvede oturdular. Yorgunluktan gücü kuvveti kalmayan çocuğa, o hasır iskemle bir kraliçenin saltanat tahtına çıkması kadar huzur ve sefa verdi. Esirci, bir simit, biraz da peynir aldı. Çocuk bunları yedikten ve bir bardak da su içtikten sonra, tramvaya binerek Aksaray’a, oradan diğer hattın tramvayıyla Yüksek Kaldırım’a indiler.

      Esirci, küçük bir sokak, tenha bir mahallenin içinde bir evin kapısını çalıyordu.

      Öğleye rastlayan bu saatte, doğunun parlak güneşi, bu küçük, bu tenha sokağı aydınlatarak kapısını çaldıkları evin üst kat pencereleri, saçağının gölgesi altında kalır ve alt kat pencerelerinin kafeslerinden süzülerek giren gün ışığı, evin iç tarafına doğru nüfuz ettikçe, sönüyor gibi görünürdü. O sırada, öteki sokaktan çıkan kör bir dilenci, elindeki değneği fasıla ile bir usulde kaldırımlara vurarak: “Devr-i lalinde baş eğmem bâde-i gülfâma ben.” gazelini okuyarak geçiyordu. Evin kapısında bir köpek uyuyor, komşunun damında bir iki kedi dolaşıyordu. İnsan bu sokaklarda yürüdükçe, yapılış ve sıralanışına bakarak kendini Orta Çağ’a doğru seyahat ediyor sanırdı.

      Evin kapısını açan bir Arap halayık:

      “Sefa geldiniz Hacı Ömer Efendi, buyurun.” dedikten ve hanımına gidip haber verdikten sonra, bunları hanımın odasına götürdü.

      Bir başörtüsüyle köşede oturan hanım şişman ve esmerdi. Kaşlarına bir parmak kalınlığında rastıklar sürmüştü; kaba bir yaradılış çirkin bir kıyafete girmişti.

      Odaya girip de esirci:

      “Git, hanımın eteğini öp.” dediği zaman, küçük esir gidip kadına sarılmak isteyince, hanım gayet sert bir tavırla geriye doğru itti.

      Kız, mahzun mahzun geri çekilerek mindere oturdu.

      Hacı Ömer şiddetle:

      “Senin mindere oturmak haddin mi? Sen esirsin! Kalk ayakta dur.” dedikten sonra, hanıma doğru dönerek:

      “Kusuruna bakmayın, daha acemidir. Geleli birkaç gün oldu. Siz istediğiniz gibi terbiye edersiniz.” diyerek özür diledi.

      Çocuk, bu emirlere