Samipaşazade Sezai

Sergüzeşt


Скачать книгу

görünce, rikkati en ziyade coşturan korkudan hasıl olma itaatkâr bir teslimiyetle hemen dışarı çıktı. Canı yana yana tahammülünü aşan hizmetini yerine getirdi.

      O akşam herkes derin bir uyku içinde bulunduğu zaman asılı bir saat, mezarlıkta öten baykuş gibi, gece yarısını çalarken, Dilber yatağından kalktı, yavaş yavaş dolabı açarak bir şey çıkardı. Sonra elini başına tutarak bir ordu kumandanına mahsus metanetle düşünmeye başladı… Korkunç şey! O soğuk, o karanlık gece yarılarında bu çocuk ne yapıyor? Artık kaçacak… Artık firar edecek… Çektiği ıstıraplara, dayaklara vücudu tahammül edemiyor. Gördüğü muameleler, hakaretler ruhunu yaralamış. Firar edecek… Fakat gecenin devlere mahsus müthiş, azametli semaya yayılan siyah kanatlarının altı öyle bir küçük mahluka sığınak olamaz. Firar edecek… Kendisince meçhul olan bir kuvvetin şevkiyle bir şey arayacak. Kendisinin haberi olmadan, ayaklarının rehberlik ve delaletiyle bir yere gidecek. Hissettiği büyük bir noksanı tamamlamaya, muhtaç olduğu bir sığınağı bulmaya gidecek. Rahat etmek, teselliye kavuşmak, unutulmuşluk ve terk edilmişlik hâlinden kurtulmak, hasılı şefkat kucağında istediği gibi ağlamak için annesini bulacaktı.

      Zavallı esir! Alicenap bir tavırla hanımın verdiği elbiseyi üstünden çıkararak yavaş yavaş dolabı açtı. Dolabın tozlar içinde bir köşesine atılmış Çerkez paltosuyla kalpağını çıkardı. Giyindiği zaman, ikide birde, yatağın içinde uyuyan kara talihine korkak bir gözle bakıyordu. Odanın içindeki kandilin ümit yıldızları gibi hafif ve zayıf olan ışığı, çocuğa, minderin üzerine atılmış bir eski hırka, bir yırtık entariyi, ağır bir uykuya dalmış Teravet’i korkunç bir surette gösteriyordu… Böyle bir firar için, yolda gerekecek şeylere ihtiyaç var… Mektebe giderken cüz’zünü koyduğu bohçasını önüne açarak içine en evvel Latife’den aldığı bebeğini koydu. Sonra bir elma, daha sonra yüzük olarak iki demir halkasını yerleştirdi. İşte dünyada sahip olduğu bütün bu varı yoğu bohçasına yerleştirirken durmadan sessiz sessiz ağlıyordu. Bir taraftan gözyaşı döker, bir taraftan bohçasını tanzim ile uğraşırdı. Aferin bu küçük Kafkasyalının mustarip yüce kalbine ki kendi malından başka bir şey kabul etmeyerek ve bohçasını koltuğunun altına alarak oda kapısından dışarı çıktı. Karanlıkta elleriyle merdivenleri yoklayarak aşağı indi, sokak kapısına yaklaşıp da kapının demirli olduğunu görünce, yolunun üstüne dikilen bu demirden istihkâm, bu tahammül edilemez engelin karşısında, tam bir ümitsizlikle donakaldı. Istırap ve ümitsizliğin tahrik ettiği sinirleri sayesinde iki misli artan kuvvetiyle bir iskemlenin üzerine çıkarak demiri yukarı doğru itti. Mümkün değil. Gazap ve yeis ile titremeye başlayan elleriyle bir kere daha tecrübeye kalkıştı. Mümkün değil. Demir, hanımıyla Teravet’in kalbi gibi, hissiz duruyor. Yeisin verdiği olanca kuvvetiyle bir kere daha itince demir yerinden kımıldadı. Ara sıra iskemlenin üzerine oturup nefes alarak işine devamla engelleri ortadan kaldıran yarım saatlik çalışması sayesinde kapı açıldı. Kapıyı tekrar kapamak aklına bile gelmeyerek kendini sokağın ortasında buldu.

      Gece, bütün sükûnet ve karanlığıyla ortalığı kaplamıştı. Ne gökte bir yıldız ne yerde bir kandil ışığı görünen bu koca gecenin içinde hiçbir ses işitilmiyordu.Yalnız, uzaktan uzağa havlayan köpeklerin sesleriyle ara sıra şiddetle esen soğuk, içe işleyen bir rüzgârın eski Bizans harabelerinden çıkardığı müthiş aksisedalar korkan kulaklarına ulaşıyordu. Korkusundan önüne bakarak ve adımlarını sık sık atarak mahalleyi geçip de bir tarafında yangın harabesine rastlayınca oradaki bir evin kapısının önünde birdenbire durdu. Yaşamak için yumuşaklık ve mülayimliğe, okşanmak ve korunmaya ihtiyacı olan bu mahlukun küçücük kalbi o büyük gecenin korkunç sükûne tiyle harabelerden çıkan müthiş seslerden durmaya ve kuzeyin buzlu dağlarından dökülüp gelen o tesirli rüzgâr en ince sinirlerine kadar yayılarak bütün vücudu titretmeye başladığı zaman Teravet’in ve hanımın zulüm ve eziyetinin hatırası aklına geldi. Bu hatıra, soğuğun tesiri ve korkunun şiddetiyle serbestçe iş görme ve rahatça hareket etme kabiliyetini kaybettiği kalp ve zihnine hücum ederek; hayalinin dehşeti ve vehimlerin kuvveti, ile hâkim olmaya başlayınca birdenbire bulunduğu yere oturdu. Yorgun olan gözleri önündekileri rüya gibi gördüğü zaman, ta karşıda bir siyah kadife ile örtülü gibi görünen karanlık gökyüzünün ufuklara yakın bir köşesinde sislere benzer bir ışık peyda oldu. Gökyüzünün bu birdenbire zuhur eden nuruna daha dikkatle bakınca, o ışığın içinde anneciğinin gülümseyen çehresini gördü. İşte orada… Kendisine gülüyor! Sesini işitecek. Ah, üzerine doğru geliyor… Gücünün yetmediği şeyleri taşımaktan kadit olmuş kollarını anneciğini kucaklamak için semanın o tarafına doğru uzatarak:

      “Aman imdadıma yetiş…” dedi, sonra şiddetli bir feryat ile arka üstü düştü, bayıldı.

      2

      Derin bir uykudan uyandığı zaman kendisini bilmediği bir evin ve bilmediği bir yatağın içinde buldu. Karşısında, zamanın geçerken bıraktığı izlerle buruşmuş bir ihtiyar çehre, bir ihtiyar kadın kendi nuru bitmeye fakat ruhun hafif ziyası aksetmeye başlamış tatlılık ve şefkatle dolu gözlerini çocuğa dikmiş, titreyen elleriyle ilaç veriyordu. Hiç şüphe yok ki o merhametli bakış, bu küçüğe ilaçtan ziyade dertli kalbine bir deva idi. Siyah olduğu günlerde sevgi, beyazlandığı vakit rikkat uyandıran saçları yatağın içinde Dilber’in üzerine döküldüğü zaman ihtiyara pek yakışmıştı. O mustarip ve uyuyan ruhun yorganının da böyle nurani olması lazım gelirdi. Yattığı odada bir minderle onun köşesinde yine bir küçük minder vardı. Odanın ötesinde berisinde birer küçük şilteden ve bundan elli altmış sene evvel yapılmış küçük bir dolabın içinde Çanakkale testisiyle bardağından başka bir şey yoktu. Çocuk yatağın içinde kalkıp da arkasını yastığa dayadığı ve yanına koydukları bebeği kucağına aldığı zaman, ihtiyar kadın konuşmaya başladı:

      “Yavrucuğum, sen kimin kızısın?”

      “Ben halayığım…”

      İhtiyar kadın, biraz düşündükten sonra, o yumuşak ve titrek elleriyle Dilber’in saçlarını okşayarak:

      “Kimin halayığısın?” diye sordu.

      “Hanımın…”

      “Hangi hanımın?”

      “Atiye Hanım’ın annesinin!”

      (İhtiyar kadın bir asırlık başını eline dayayarak biraz daha düşündükten sonra) “Sen dün gece öyle geç vakit niçin sokağa çıkmıştın, kızım?”

      Dilber cevap vermedi.

      “Öyle gece yarılarında çıkan hayaletleri düşünmeden, yaramaz çocuklara gözüken umacılardan korkmadan, buralara nasıl geldin yavrucuğum?”

      Dilber yine cevap vermedi.

      “Dün gece yatakta anneciğini sayıklıyordun. Annen kimdir? Şimdi nerede? Söyle evladım.”

      “Bilmem…”

      İhtiyar kadın gözlerinin yaşını sildi:

      “Dur sana torunumu göndereyim de beraber oynayın.” diyerek kapıdan çıktı. Bir iki dakika sonra, odanın kapısında bir çocuk göründü. Yüz yüze baktıktan sonra, yatağa doğru koşarak birbirlerinin boynuna sarıldılar. Dilber bu çocuğun mektep arkadaşı Latife Hanım olduğunu, yatağının yanına yaklaşıncaya kadar anlamamıştı.

      “Dilber sana ne oldu?”

      “Hiç, ben kaçtım.”

      “Niçin kaçtın?”

      “Beni çok dövüyorlar. Çok hizmet ettiriyorlar. Sonra her dakika ‘Pis Çerkez, pis halayık!’ diyorlar. Oyun oynasam yasak.