Samipaşazade Sezai

Sergüzeşt


Скачать книгу

olarak, “Ben seni dolaba saklarım.” yolundaki himaye edici masum vaadini işitmek ne kadar tesirlidir! Bu gizli konuşma ile verdikleri kurtuluş kararı üzerine, ikisinin de meleklerin ağzı ile öpülmeye layık olan masum, temiz yüzlerinde sevinç nuru görünmeye başladı.

      Zavallı çocuklar! Sizin o minimini elleriniz, eski Asya vahşetinin kullandığı ve birkaç asırdan beri insanlığın tahakküm yükü altında inlediği esaret zincirlerini kırmak için değil ama belki kendiniz gibi küçük kuşları, güzel çiçekleri okşamak içindir.

      Latife koşarak büyük annesine, bu kızın kimin halayığı olduğunu ve nasıl elem ve ıstıraplar içinde bulunduğunu yanıp yakılarak gücü yettiği derecede anlattı.

      İhtiyar kadın, çoğu zaman bu yaştakilere mahsus ilahî tevekkülle ve vicdan rahatlığından doğan ulvi bir sükûnet ile Dilber’in yanına geldi:

      “Sen korkma, benim güzel evladım…” diyordu.

      Sona eren bir ömür, yeni başlayan bir hayata bu sükûnet ve şefkatle teselli vererek başına bir örtü, dayanmak için eline bir değnek alarak sokağa çıktı. Yıkılmış, harap olmuş emellerin, sönmüş ümitlerin durağı olan ve doksan seneyi aşkın bir zamandan beri çarpan bu kalbin en derin bir köşesinde bir kurtarma arzusu uyanmıştı.

      Bir fener insana karanlıkta nasıl yol gösterirse, bu arzu da yeis içinde bulunan bu ihtiyara öyle rehberlik ederek bu çocuğu kurtarıp Cenabıhakk’a her gün arz ettiği ibadet ve duaların birini de o gün ifa etmek istiyordu. Doğru Mustafa Efendi’nin evine giderek kapıyı çaldı.

      Yine o sabah, Teravet uyanıp da Dilber’i yatağında göremeyince, belki su taşımaya gitmiştir zannıyla bahçeye baktı. Orada göremedi; evin her tarafını dolaştı. Yine bulamadı. Sonra aşağıya inip de sokak kapısını arkasına kadar açık görünce, kaçtığını ve gece yarısı kim bilir nerelerde kaldığını ve belki de sokakta köpeklerin paraladığını düşünerek Dilber’in bu yaşta kaçmayı bilmesi ve hanımını zarara sokması gibi bir cinayeti havsalası almayarak büyük bir korku ve telaş ile hanımının odasına girip:

      “Ah hanımcığım Dilber kaçmış, Dilber kaçmış!” diye feryada başladı.

      Hanım bu haberi alır almaz, hayret verici bir dehşetle:

      “Dilber mi kaçmış? Kız sen delirdin mi? O yaştaki bir çocuk kaçmayı ne bilir?”

      Teravet, çocuğun kaçtığı yeri görememekten doğan hırs ve hiddetle, siyah çehresinde, karanlıkta sönük kandil gibi parlayan gözlerinin beyazını göstererek korkusundan titreyen sesi, hayretinden siyah bir piyanonun bir parça açılmış kapağından görülen beyaz kemikleri gibi parlak dişleri görünecek kadar açılan ağzı; telaştan büsbütün kaybolmuş zihnî muhakemesiyle hanımına hakikati anlatmaya çalışarak:

      “Eğer kaçmasa… Bahçede olmaz mıydı… Dolabı… Esvabını… sokak kapısını arkasına kadar açık. Yok, hiç yok.”

      Hanım, birdenbire hiddetlenerek:

      “Hep kabahat sende. Şimdi, şimdi gidip bul. Yoksa dayaktan canın çıkar!’ deyince, Teravet, başını örtüp sokağa çıkarak gelen geçeni durdurarak:

      “Bizim hanımın halayığını sen mi çaldın?” diye sordu.

      İhtiyar kadın eve gidip Mustafa Efendi’nin haremiyle oturduğu odaya girince, hanım ayağa kalkarak telaş ile:

      “Ah! Hanım nine. Başıma gelenleri sorma. Benim o murdar halayık… O pis Çerkez kaçtı!” dedi.

      İhtiyar kadın sükûnet ve tatlılıkla:

      “Hayır kızım senin cariyen kaçmadı, bendedir.”

      Bu söz üzerine hanım, hayretinden bulunduğu yerde cansız bir cisim gibi donakaldı.

      İhtiyar kadın sözüne devam ile:

      “Kızım, Cenabıhak çocukların günahını affettiği gibi, hanımların da kusurlarını affetmelidir. Size bir ricaya geldim. Biriktirdiğim beş kese akçeyi size hediye edeyim, siz de bana çocuğu verin.”

      “Hanım… Ne yapacaksın?”

      İhtiyar kadın meseleyi halledebilmek için, ciddiyetten uzaklaşarak ve büsbütün şaka tarzına dökerek ağzından ziyade gözleriyle gülerek:

      “Kandil Gecesi bir kuşu azat edeceğim.”

      Hanım kendisine has olan soğuk bir tavırla:

      “Ben halayığımı kimseye satmam!” yolundaki reddi, ihtiyar kadına dokunarak:

      “Kızım, ben de zulümden kaçarak bana sığınmış bir çocuğu kimseye vermem.” deyince, Mustafa Efendi söze atılarak:

      “Eviniz hırsız yatağı mı?” diye sordu.

      İhtiyar kadın sustu. İhtiyarlara saygı, kadınlara hürmet, çocukları koruma, insanlığın ve medeniyetin vicdanına yüklediği mukaddes bir vazife olduğunu bilmeyen bu murdar vahşi:

      “Esirim değil mi? Öldürürüm yine de sana satmam!” der demez; ihtiyar ayağa kalktı.

      Hayatın baş dönmesi veren derin uçurumlarını görmüş gözlerini, Mustafa Efendi’nin kuzguni siyah sakalının daha çirkinleştirdiği ve İran ile etrafında bulunan kavimlerde görünen toprak renginde esmer, uzun ve gayet çok ve sık sakalıyla bıyığının arasında küçük bir siyah hava deliği gibi görünen ağzının üzerine kadar inmiş uzun ve yuvarlak burnu, kılları dik kaşları, çekik gözleriyle bir yırtıcı kuşa benzeyen çehresine dikerek ve zamanın beyaz saçlarla taçlandırdığı başını sallayarak, bir Roma imparatoruna mahsus azametle:

      “Lanet olsun size!” dedi.

      Hemen başını örterek her adım attıkça inleye inleye evine gidip de doğruca Dilber’in yanına girdiği zaman, bir dişi kalmayan ve sabahtan akşama kadar Cenabıhakk’a yalvaran ağzıyla, çocuğun gözlerinden öperek dedi ki:

      “Kızım, yeryüzündeki kelebeklere uçmak için çiçekten kanat veren Cenabıhak, seni daima onların elinde bırakır mı? Sen yine hanımına git, korkma yavrucuğum. Bundan sonra seni dövmeyecekler.”

      İhtiyar kadının sözü buraya geldiği zaman, sokak kapısı çalınıyordu. Cumbadan başını uzatarak:

      “Ne istersin imam efendi?” dedi.

      “Mustafa Efendi’nin cariyesini almaya geldim. Çabuk aşağı insin.” cevabını verdiği vakit ihtiyar kadın, nuru sönmeye başlamış; fakat yaşları dinmemiş gözlerini çocuğa çevirdiği esnada esir, kendisini zindan ıstırabına çağıran bu ses üzerine, gök gürültüsünün çocukların kalplerinde vücuda getirdiği dehşetten hasıl olma yardım dilenen bir bakışla ihtiyara bakıyordu.

      Hiç şüphe yok ki bu iki yaralı ruh, birbirlerini bu ulvi ve Allah’a yakın mertebe ve fakat elim bir ıstırap hâli içinde görüyorlardı. İhtiyar kadın, çocuğu kucaklayarak durmadan gözlerini siliyordu.

      Dilber, ihtiyarın kucağında doksan beş senelik bir hayatın son gurup ışığı olan beyaz ve uçları kınalı saçlarını yüzünden ayırarak odanın kapısından dışarı çıktı. Fakat hiç ağlamıyordu. Ağlamak uğradığımız felaketlere karşı vücudumuzda kalan son kuvvetin bir feryadıdır. Ağlayamadığımız zamanlar bizde o iktidarın da yok olduğu vakitlerdir ki onun yerine geçen tesirli bir sükûnet en şiddetli elem gözyaşlarından daha yakıcıdır. Dilber, böyle bir sükûnetle aşağı inerek doğruca imam efendinin ellerinden tuttu ve yürümeye başladılar.

      Biçare çocuk! Bu kısacık hayatında ikinci defa, fakat evvelkinden daha sert bir rehber ile kendisinin demirden kuvvetli, ölümden soğuk esaret pençesi içinde nasıl