Hacı Ömer, edindiği alışkanlıkla bu senedi çabucak yazarak evden çıkıp gitti.
Hanımının verdiği emir üzerine Arap halayık, yanında uysal bir sessizlikle giden küçük kızı mutfağa indirdi. Kendi yemek pişirirken, ona da su taşıtırdı. Hanım, evin idare ve intizamını tam bir dikkatle yerine getirir ve devam ettirir; fakat çok bağırır, pek çabuk hiddetlenirdi. Büyük kaşlarını çatarak sönük siyah gözleriyle bakışında bir çocuğu ağlatacak, bir adamı korkutacak kadar merhametsizlik görünürdü. Yalnız, on iki yaşında Atiye adındaki kızını mektepten dönüşünde kucakladığı zaman, yaradılış inceliği ve şefkat duygusu gibi kadınlara mahsus olan ulvi meziyetler, garip bir surette kendisini gösterirdi.
Bu özelliklerini tamamıyla kızına inhisar ederdi. Yoksa zaten hiç çocuk sevmez, hiç kimseye acımazdı. Gençliğinde ara sıra kendisini döven kocasının vahşi muamelesini görmüş ve en nazik yaratılan bir kadını bile en azgın hayvana benzetecek kadar tesirli olan kıskançlığı çok çekmişti. Hele bir zamandan beri vazifelerini kötüye kullanma ve rüşvet yemesinden dolayı yüce hükûmetin adil hükmü ile kocasının işten çıkartılmasının ıstırap ve kederini hissetmiş ve bunların hepsi kalbine bir merhametsizlik, bir neşesizlik getirmişti.
Manevi hayat olan zihin işlerinden ve bir cemiyet içinde anne olmak için gereken medeni terbiyeden mahrum bulunduğu için, daima halayıklarla uğraşır, onları merhametsizce döver, komşularının aleyhinde söylenir dururdu.
Kocası borçtan kurtulmak ve memuriyet elde etmek için gündüzleri dolaşır, akşamları geç gelir, sabahları erken giderdi.
Akşam olunca, Teravet adlı Arap halayık, kendisinin yattığı mutfağın üstündeki odaya, gayet ince bir şilte, katı bir yastık, kirli bir yorgan koydu. Sabahtan beri yorgunluktan takati kesilen bu esir yatağın içine girdi. Evin yukarı kattaki penceresinden bahçedeki nar ağacının dallarına akseden bir şamdanın hafif ışığına gözlerini dikerek yaradılış sırlarının anlaşılmaz bir hissine uyarak “Gece!” dedi. Yorganı başına çekti; sessiz, derin, masum bir uykuya daldı.
Sabahleyin erkenden gözlerini açtığı zaman, karşısındaki nar ağacında bir kuş ötüyordu. Bir kuşun ötüşüyle bir çocuğun ruhu arasında münasebet vardır. Yatağından kalktı; başını pencereye dayayarak kuşu seyretmeye başladı. Bu kuş doğmakta olan güneşin ilk ışıklarına karşı kanatlarını sallayarak uçtukça, göğsünde şafaktan al, mavi birtakım renkler dalgalanır, ağaca konduğu zaman, yeni açılmış bir çiçeğe benzerdi. Bu temaşaya o kadar dalmıştı ki içinde bulunduğu hayranlıktan Teravet’in: “Gel yatağını kaldır.” diye bağırarak azarlaması uyandırdı. Eline bir süpürge vererek süpüreceği odaları, edeceği hizmetleri, yukarıya, mutfağa taşıyacağı suları gösterdi. İsmini Dilber koymuşlardı. Zira hanım kendisini bu ad ile çağırmaya başladı. Biçare Dilber, sabahları erken kalkar, incecik şiltesini bin bela ile kaldırır, odaları süpürür, kovaların içine birer parça su koyarak yukarı çıkarırdı.
Bir sabah, yukarıyı süpürürken, Atiye Hanım’ın oynadığını görünce süpürgesini olduğu yere bırakarak yanına gidip oturdu. Oyuncağa hayretle bakarken, hanımın o korkunç sesiyle; “Dilber, Dilber!” diye bağırdığını işiterek olduğu yerde kaldı; hanım içeriye girip bu halayık parçasının kızıyla oynamak istediğini görünce, Dilber’in kulağından tutarak süpürgeyi bıraktığı yere getirdi
“Sen işini bırakıp ne oynuyorsun?” diye bir tokat attı.
Zavallı çocuk! Ağlamaya bile cesaret edemeyerek hizmetini görmeye başladı. Her sabah hizmetini bin zahmetle görür, bir küçük kusur etse hanımdan ve Teravet’ten tokat yerdi. Evdeki vazifelerini yaptıktan sonra, Atiye Hanım’la mektebe gider, akşamları çantalar elinde olarak eve gelirdi.
Aradan haftalar, aylar geçmeye başlayınca, dil öğrenmekte çocuklara mahsus fevkalade bir kolaylıkla Türkçeyi oldukça konuşmaya ve anlamaya başladı. Fakat sabahları takatinin yetmediği hizmetleri görmekten fırsat bulup bir parça eğlenecek, gülecek olsa yediği dayaklardan dolayı bu yaşta olanlara göre bir saadet devresi olan hayatın, kendisine pek müşkül, pek acı görünmeye başladığı; sarkmış yanaklarından, büsbütün kesilmiş gözlerinden anlaşılırdı. Önceleri Atiye Hanım kendisiyle oynamak istediyse de annesinin ve Teravet’in ettiği muameleleri gördüğünden, şimdi her ne zaman yanına gelse: “Pis halayık. Hadi aşağı!” diye kovardı. Üzüntü ve ıstırapla geçen bu hüzün verici hayat içinde, en büyük arzusu mektebe gitmekti. Zira orada diğer çocuklarla muhtaç olduğu hürriyet ve sevgiyle konuşur, kimse bu küçük mahlukun insanlık haysiyetini “pis halayık” diye ayaklar altına almaz ve bulunduğu ıstırap ve yeis hâlinde derslerine son derece gayret ettiğinden hocasından ara sıra aferin alır ve bütün bunlar kırık kalbine teselli verdiği gibi, Latife Hanım adında bir de küçük dost ve dert ortağı edinmişti. Bu iki sırdaş ruh birbirleriyle olan gizli bağdan istifade ile büyük bir iştiyakla baş başa vererek sohbet ederlerdi.
Bir gün Latife kendisine:
“Sen kimin halayığısın?” dedi.
“Hanımın…”
“Hangi hanımın?”
(Atiye Hanımı göstererek) “Bunun annesinin…”
“Senin oyuncakların var mı?”
“Hayır… Ben esirim.”
“Ben sana bir tane vereyim.”
Bu kısacık konuşma üzerine çantasından bir bebek çıkararak Dilber’e verince, saadet timsalini kucaklayan bahtiyarlar gibi bebeği büyük bir sevinçle aldı, yattığı odadaki dolaba sakladı ve merhametsiz Sudanlı görüp de bütün ümit ve emellerinin toplandığı bu saadet timsalini kırmasın diye, birisi odaya girdikçe: “Benim dolapta bir şeyim yok ki.” demeyi âdet edinmişti. Latife, ara sıra kendisine şeker, meyve gibi çocukları aldatan şeyleri verdikçe, bu hediyeleri nereye koyacağını şaşırır, sonra kimse görmesin diye, evden cüz’zünü getirdiği bohçasına gizlerdi. Fakat bir kere şeker alırken Atiye Hanım gördüğü için, eve dönüşlerinde annesine söyledi. Bir zamandan beri kocasının iş ve muamelelerinde görülen muvaffakiyetsizlik ve ev idaresinde karşılaşılan zorluklar zaten hiddetli mizacına günler ce devam eden bir neşesizlik getirdiğinden, o kadar sevdiği kızının noksan terbiyeden doğan çocukça bir gururla ettiği şikâyeti üzerine:
“Buraya gel pis Çerkez, buraya gel murdar dilenci.” diye Dilber’i odasına çağırdı.
Çocuk odaya girdiği zaman, o rastıklı kaşlarının altındaki sönük, beyazı siyahından büyük gözlerini açarak: “Yanıma gel!” dedikçe, Dilber çocuklardan başka kimseye malum olmayan bir korku ve dehşetle titreyerek olduğu yerde kaldı; hanım ayağa kalktı; Dilber’in kolundan çekip taş kalplilikle bir iki tokat vurarak:
“Şimdi dilenciliği öğrendin mi?” sorusuyla bohçanın içinde ne kadar şeker, meyve varsa pencereden aşağı attı.
Muzur kadın! Dilber’in varını yoğunu, çocuğun bütün hazinesini kıymadan böyle harap etti.
Bu muamele, geçirdiği acı hayatın tesirinden doğan durgun tavrını, zaten kolaylıkla müteessir olan masum yaradılışını derin bir surette sarstıysa da yaşına göre hayret verecek bir metanetle, ağlamamak için gayret sarf ederek kapıdan çıkmak üzere iken, düşünceli gözlerinde gayriihtiyari bir iki damla gözyaşı peyda oldu. Teravet de aşağıdan bu zavallı Kafkasyalıya:
“Pis Çerkez! Dilenci kız! Gel mutfağa su getir!” diye bağırdı.
Gayet tesirli bir surette esen kuzey rüzgârının ufuklardan getirdiği kesif siyah buluttan sızan ince, soğuk bir yağmurun altında, bahçedeki