Hüseyin Rahmi Gürpınar

Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç


Скачать книгу

Hanım: “Var.”

      Bedriye Hanım: “Eh, öyleyse tamam. Ama o gelinceye kadar, anacığım, sen üşüyeceksin.”

      Emeti Hanım: “Yarı belimden aşağısı buz kesildi. Dondum zati… Bütün yellerim, kulunçlarım ayaklanacak.”

      Mebrure: “Hanım teyze, halamın yıldızı sakallı mı bıyıklı mı?”

      Bedriye Hanım: “Sakalı, bıyığı belli değil ki… Yüzü gözü, tüy içinde.”

      Emeti Hanım: “Bedriye kızım, kuyrukluyu Mebrure’ye pek övme.

      Baksana sorup duruyor, erkek sanıyor. Şimdiki tazelerin gönülleri pek arsız. Belki seviverir. Ay’a, Güneş’e âşık olan budalalar çok…”

      Mebrure, dargın:

      “Emeti Hanım’ın da söylediği lakırtıya bakınız! Ben onun için mi sordum?”

      Emeti Hanım, birdenbire haykırmaya başlayarak:

      “Ay, gördünüz mü başımıza gelenleri?”

      “Ne oldun anneciğim?”

      “Ne olacağım? Kız bugün yemek pişirdi. Sahanlara kotardı. Taşlığa dizdi. Komşuya gitti. Bahçe kapısı açık kalmış. Kediler birer birer içeri giriyor. Bir şeye yanmam, efendi baban sütlaç istedi. Bizim kız içine vanilya koydu, yumurta sarısı çalkaladı. Tabakların üzeri birer parmak kalınlığında sapsarı kaymak tutmuştu. O canım yemekler bugün kedilere kısmet olacak. A, işte bak, işte bak!.. Göçmenlerin kuyruksuzu da girdi. Aman bir mundar kedi daha girdi. Uyuz mudur nedir? Kapları da yeni kalaylattıktı. Ah, bugün bana olanlar kimseciklere olmadı! Hayriye’m de Bedestenlilerin evinde yıllandı kaldı! Şimdiye kadar seksen etek bastırılırdı…”

      Emine Hanım, ninninin perdesini dikleştirerek:

      “Bakın neler olacak niiinni

      Kuyruklular çarpacak niiiinni

      Susun oğlum uyuyacak niiiinni…”

      Emeti Hanım, küfenin içinden:

      “Çocuklar, yanık bir ses geliyor, o nedir?”

      Mebrure: “Annem Haydar’a ninni söylüyor.”

      Emeti Hanım: “Annenin sesi ne kadar yanıkmış? Bana pek dokunuyor. Bizim sütlaçların ruhuna mersiye okuyorlar sandım. Kediler şimdi içeride hepsinin canına okuyorlar. (evin içerisine doğru kulak vererek) A, Bedriye kızım, çat çat çat bizim sokak kapısı çalınıyor. Sizin cumbadan bizim kapı gözükür. Baksana kim geldi? Bir yabancı olacak.”

      Bedriye Hanım, cumbaya koşarak kendi kendine:

      “A, bakkal gelmiş… Kucağında kalıp kalıp sabunlar. (cumbadan seslenerek) Ayol bakkal, o kapıyı nafile çalıyorsun.”

      Bakkal: “Evde kimse yoh mi ki?”

      Bedriye Hanım: “Emeti Hanım evde ama o zavallı kadın küfeye düştü. Sana kapıyı açamaz ki…”

      “Ne mırıldanıyon annayamadım.”

      “Emeti Hanım küfeye düştü. Sana kapıyı açamaz diyorum.”

      “Zabahınan bunun burasında şahalaşmaya gelmedim. Tükkânda işim var. Haydi söyle ki çabuh gapıyı açsın.”

      “A… Deli! İşim yok da sanki sabahleyin seninle şakalaşacağım. Hatun küfeye düştü diyorum da inanmıyor!”

      “Bağa bah… Kofeye mi düştü? Gocca garının kofede ne işi var canım?”

      “Duvarın kenarında küfenin üzerine çıkmıştı da bizimle kuyruklu yıldızı görüşüyordu. Sonra nasılsa küfenin içine gidiverdi!”

      “Kuyruhludan gorhusundan mı kofenin içine gaçtı? Hele bi yol şu gocakarının ahlına bah! Kuyruklu bu dünyeyle dolaşınca kofenin içine girmez diye mi belliyo ki? Adam divanelik de türlü türlü… Gocagarılar can korhusuyla şindiden kofelere gaçarlarsa gençler, tezeler nerelere tıhılmağa savaşacahlar? Kofeye girmekle bu belanın bir çaresi bulunsa bizim yumurta kofeleri birer mecidiyeye satılurdu ya… Hepimiz birer kofeye, fıçıya tıhılır otururduk. Benim için kofeye girme ne iktiza? Batahçı müşteriler beni çoktan gafese goydular getti… Söyle o Emeti gadına kofeden çıhsın da bu sabunları elimden alsın.”

      “Aman alık musibet sen de… Söz anlar bir adam gibi ben de durdum da seninle çene yarıştırıyorum. Kadın küfeden çıkamıyor diyorum sana!..”

      “Kedi yavrusu mu bu? Koskoca garı kofeden çıhamaz mı kim?”

      “Çıkamıyor işte!”

      “Ne olacah? Ne zemene gader kofenin dibinde oturacah?”

      “Kızı komşudan gelinceye kadar.”

      “Adam bırah sen de… Sabırlar ver ya Rabbi… Ahşamdan bozayı çoğ içip gocagarı serhoş mu oldu, n’oldu kim kofeye düştü? Onun çıhışını beklemeğe vahtım yoh… Aç gapıyı ben sabunları size bırahayım da tükkene, işime varayım.”

      Bakkal, sabunları Bedriye Hanım’ın evine bırakıp kendi kendine:

      “Bir guyruhlu lafıdır çıhtı. Guyruhludan daha meydende bir şey yoğ a… Ondan evveli herkez gelip bağa çatıyor. Bakkal duydun mu? Perşembe günü çatacahmış. Frenk gazetaları yazmış. Şık beyinin biri de geçen günü gazetayı eliğe almış bağa gostürtüyo. Bakkal bah, didi bahtım. Kâğıtın üstüne trampo mahası (tramvay makası) gibi birbirinin içine dolambaç çizgiler çizmişler, karpuza benzer yuvarlahlar oturtmuşlar. Onların aralarına birkaç da uzun telli çalı süpürge dolandırmışlar. Şık beyi bağa sordu. Bu şeğullerden ne anlıyon, didi. Ne annıyacağım? Bu çalı süpürgeleriyle bu yuvar-lahları süpürüp ortalığı temizleyecekler didim. Şık güldü. Sankilim o yuvarlahlar, haşa sümme haşa bizim, üzerinde durduğumuz bu dünyeyimiş de o çalı süpürgeleri de guyruhlularımış. Hepisi birer şeğul divene canım. Avrupalı bir yuvarlah çizip de işte dünye budur dirse herkes oğa inanıyor. Ben şu fıçıdaki gul gibi Sibir’e halistir diye bin yemin ediyorum da kimse inanmıyor. Sonra şık ağnattı. Bizim dünya şu cızgının üzerinden gidecek, guyruhlu da aha buradan geçecek. Birbirine rastlayıp horoz gibi gagalaşacaklarmış. Tövbeler ossun! Gel de bu ıvır zıvıra inanabilirsen inan bahalım. İnsanlar birbiriyle tepişirler, boğuşurlar, amenna… Her gün gaç denesini goriyom. Hukumatlar birbiriyle cenkleşirler, amenna, İcapon’la Urus’un yaptığı gibi. Şu yıldızlarla dünyeler de birbiriyle çarpışırsa ya bakkalların hâli neye varacah canım? Gıyamet gopacak deyi borca, hisaba yanaşan yoh.. Yaz deftere, yaz deftere… Guyruhlu çarpaçahmış diye aç durulmaz ya? Herkezin yemesi içmesi gene yolunda. Birtahım ohumuşların efkârıncah gûya guyruhlunun çekirdeği bize dohunmayacağımış da bizi saçına dolayıp götüreceğimiş. Guru üzüm gibi guyruhlunun da çekirdeklisi, çekirdeksizi varmış. Ben bakkalım ama böğüne kadar böyle olduğunu bilmiyordum. Çünküleyim alıp sattığım mal değul. Şık beyi bağa o cızgıları, yuvarlahları gostürttükten sonra gıyamet gopacağımış deyi bir de diskur okudu. Sonra da pirincin, şekerin okkasını soruyor. Bağa bah, gurnaza bah… Gıyamet, alamet deyi beni garmanyolaya sokacah, beş on galem mal dolandıracah. Teslikattan (tensikat) sonra bir de guyruhlu çıhınca bakkallıkta iş galmadı gayri. Yağ, fasulye, pirinç satan çoğaldı. Galemde iş galmaymca herkez bakallığa özeniyor. Bittih, bittih… Eski müşterilerimden çoğu zimem defterine (borç) yanaşmıyor. Efendi, eski borçlar ne olacah, deyi sorunca, ‘Biz kadronun dışına çıktıh, bize bir laf dime gayrıh.’ diye laf ediyor. Biz evveli müşteriye mal virirken gadro ile mi virirdik? Bunun ne içini biliyorduh ne dışını… Bu ganunu goyan efendiler birez de bakkal hakkını gözetmeli değuller miydi? Birah