Hüseyin Rahmi Gürpınar

Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç


Скачать книгу

olmakla beraber gene onların takdirli bakışlarını ve rağbetlerini çekmek üzere şiddetli bir içgüdüden kendini alamadığı için saçlarını taramış, en biçimli bonjurunu giymiş, koyu lacivert boyun bağı üzerine inci iğnesini iliştirmeyi bile ihmal etmemişti.

      Kuyruklu yıldızın küremize çarpmasından önce İrfan’ın, hâlden anlayan, filozof yaratılışlı güzel bir kadına çatması ihtimali vardı.

      Bir köşeye koydurmuş olduğu yazıhanenin önüne geçti. Not defterini eline aldı. Başladı. Ama söz işittirmek ne mümkün?.. Sofa, kadınlar hamamı gibi bir uğultu içinde inliyordu. Güç hâlle bu uğultuyu biraz hafifletmeyi başararak ağır ağır girişti:

      “Hanımlar! Mademki bu dünyaya geldik, büyüdük, aklımızı şuna buna erdirmeye başladık, bizim için öğrenilmesi gereken bazı şeyler vardır. Bunlar için az çok bilgi edinmeliyiz ki oldukça medeni bir adam hâli almaya az çok layık olalım. Mesela yaşamak için her gün yemek yeriz. Ama bir lokmayı ağzımızda niçin çiğneriz? Bu çiğneme esnasında o lokma nasıl bir değişikliğe uğrar? Yutunca karnımızda nereye gider? İnceli kalınlı bağırsaklarımızı nasıl dolaşır? Bu yediğimiz şeylerden vücudumuz gıda payını nasıl ayırıp alır? Bunu bilmeyiz. Bilmek için de biraz düşünmek eminim ki şimdiye kadar hiçbirinizin aklına gelmemiştir.”

      Kadının biri yanındakinin kulağına eğilerek: “Kuyruklu yıldızdan söz edilecekti. Bey mideden başladı. Acaba yıldız karnımıza mı girecek?” dedi. İki taze fıkırdaşmaktayken yaşlıca hanımın biri İrfan Bey’in sözüne cevap olarak biraz kaba, kısık sesiyle:

      “A, aklımıza nasıl gelmez evladım? Vücudumuzun içinde ne türlü aletler vardır diye ben daima merak eder dururum… Ama bizim için bunu görmek kabil mi?”

      Okuldan yeni çıkma genç kızın biri, kız arkadaşının kulağına: “Konferansçı beyefendi lütfen bize bir kart versin de anatomi dersi görmeye tıp fakültesine gidelim…” fısıltısında bulundu. Kısık kısık gülüştüler…

      İhtiyar hanım sözüne devamla:

      “Kurban Bayramlarında evimizde koyun kesildiği zaman pencereden bakarım. Hayvanın içi alet dolu. Gırtlağı, ciğerleri, el kadar yüreciği, hele o bağırsakları, kulaç kulaç çekerler de bitmek tükenmek bilmez… Hikmetine kurban olduğum Tanrı’sı, bunlara tamamıyla kimin aklı eriyor ki bizimki ersin?”

      İrfan Bey: “Gerçi bir vücudun nasıl yapıldığını, nasıl beslendiğini bilmek, büyük büyük birçok ilimleri öğrenmeye bağlıdır. Ama bunların kısasının kısası pek açık bir dille herkese anlatılabilir. Avrupa’da bu yolda sade, güzel kitaplar yazılmıştır. Biz tabiattan bir parçayız. Onun, akıl ve bilgi gücümüze göre anlaşılabilir kısımlarını anlatmaya çalışırsak birçok yanlışlardan kurtulmuş oluruz. Çünkü insanlar her felakete bilgisizlikleri yüzünden uğramışlar ve hâlâ da uğramaktadırlar. İnsanlık çocukluk devrinde akıl erdiremediği konularda daima saçma inançlara düşerek işte bundan dolayı ilerleme yolunda gecikmiştir. Her gün gözümüzün önünde durup da çoğumuzun ona dair bilgisi çok noksan olan bir şey varsa o da gökyüzüdür. Gökyüzü mavi, yuvarlak bir sahan kapağı gibi dünyanın üzerine geçirilmiş görünür. Hatta içinizden çoğunuz bunun direksiz nasıl durduğuna şaşıp kalırsınız. Gök, bitmez tükenmez bir boşluktan ibarettir. Bu boşluğa astronomi dilinde uzay denir. Bu gördüğünüz koca mavi gök, tavan gibi kubbe biçimi, mavi, maddi bir şey değildir ki onu öyle durdurabilmek için direk dikmeye lüzum olsun. O mavilik hava yığınının sebep olduğu bir renktir. Birçok camı yan yana dizip de bunların arasından öbür tarafa baktığınız zaman nasıl bir yeşillik görünürse bu da tıpkı öyledir. Bulutsuz, duru havalarda başımızın üzerinde gördüğümüz o mavi kubbe bir görme yanlışından başka bir şey değildir. Geceleri görülen yıldızların, gökte bir kubbenin iç yüzüne çakılmış gibi görünmesi de göz aldanmasından ileri gelme bir şeydir. Bu yıldızların birbirine olan uzaklıkları akıllara şaşkınlık, zihinlere durgunluk verecek kadar ziyadedir. Bunlardan ancak iri rasat dürbünleriyle görülebilenlerin uzaklığını kestirebilmek için trilyonlarca kilometre uzaklara çıkmak gerekir. Uzayın akıl almayan derinliği içine gömülmüş olanlarla bizim aramızdaki mesafeyi ölçebilmek için kullanılacak mil, fersah, kilometre vesaire gibi en uzun ölçü birimleri hükümsüz hatta birer sıfır hiçliğinde kalır. Ucu bucağı teknik bilginin ölçme gücünden dışarıda kalan bu boşluğun içi güneşlerle, gezegenlerle doludur. Güneş nedir? Gezegen nedir? En sade sözlerle şimdi size bunları anlatayım: Güneşler, çevrelerine ışık ve sıcaklık saçan iri birer alev, ateş parçalarıdır. Gezegenler, bizim güneşimizin çevresinde dönenlere nispet edilirse aslında onlar da birer ateş parçasıyken zaman geçtikçe üzerleri dünyamız gibi kabuk bağlayarak artık parlaklığı kalmamış ama ışık ve sıcaklığını çevresinde döndükleri güneşten alan dünyalardır. Dinleyici hanımların içinde bugüne kadar astronomi hakkında hiçbir bilgi edinememiş olanlar bu sade sözlerimden pek kesin bir gerçeğe ulaşamazlar sanırım. Tariflerimi daha sadeleştireyim. Bahçede, kırda, pencere kenarında, balkonda elbette rastlamışsınızdır. Tekerlek tekerlek örümcek ağları vardır. Örümcek, kendi bu ağın göbeğinde oturur. Bu kurduğu tuzağa düşecek avları bekler. Şimdi böyle bir ağı gözünüzün önüne getirip orta yerdeki örümceği güneş diye alarak onun çevresinde dolana dolana büyüyen örümcek tellerinin üzerinde de birbirinden uzak noktalarda ufak ufak gezegenler düşününüz. Feza içindeki ‘Güneş Sistemi’ denilen şekli, o topluluğu biraz aklınızda canlandırmış olursunuz. Ama ‘gezegen’ demek, gidici, yürüyücü demektir. Örümcek ağının çevresinde var kabul ettiğimiz gezegenler kımıldamadığı hâlde güneşin çevresindekilerin hepsi kendilerince belirli hızlarla birer hayalî halka üzerinde ta yaratılıştan beri hiç durmadan dolanmaktadırlar. Her gezegenin, güneşin çevresinde üzerinde döndüğü farz edilen hayalî daireye o gezegenin yörüngesi adı verilir. Şimdi bu ‘feza, gezegen, Güneş Sistemi ve yörünge’ sözlerine iyice dikkat etmenizi rica ederim. Çünkü ilerideki tariflerimizin güzel anlaşılabilmesi için bu ilk tariflerimizin akılda tutulması lazımdır. Güneşi büyük bir muma, yani güzellik mumuna, gezegenleri de onun çevresinde dolanan pervanelere benzetirsek pek bayağı ama eskileri andıran bir şairlik yapmış oluruz. İçinizde hiç okumamış olan hanımların pek sade de olsa bütün bu tariflerden daha memnun olamadıklarını anlıyorum. Güneşin fezada, çevresinde dönen gezegenleriyle beraber bir tarafa düşmeksizin öyle boşlukta nasıl asılı durduğunu çoğunuzun aklı almıyor değil mi? Hakkınız var. Biz bu dünyada öyle duygu aldanmaları, öyle sanılar içinde yaşarız ki bilimin bize gösterdiği büyük büyük teorileri, gerçekleri, biz bu küçük aklımızla çevremizdeki ufak tefek eşyaya benzeterek, uydurarak hep yanılırız. ‘Düşmek’ nedir? Bir kere bunu düşünelim. Sokakta giderken düşmek, pencereden düşmek, damdan düşmek, minareden düşmek, nihayet yangın kulesinden düşmek… Bizim için düşmenin en büyük ölçüsü bu değil mi? Haydi bir baloncuyu birkaç bin metre kadar yüksekliğe çıktıktan sonra kazaya uğrayıp düştü farz edelim. İşte bu kadar… Düşmenin bundan ilerisi, bilim dışında düşünenler için bilinmeyen bir iş… Ondan öteye gidilmemiş ki nasıl ve nereye düşüleceğini bilelim? Uzayın ucu bucağı olmadığını söyledikti ya… Şimdi bir cismi, salt boyut dedikleri bu boşluğun derinliklerine doğru sürüp götürelim. Yer yuvarlağını kaybedecek uzak bir yere götürerek orada bırakalım. Şimdi bu cisim nereye düşecek? Her tarafı bizim aklımızın alamayacağı derecede bir genişlikle kuşatılmış. Hem düşmek denilince bu olayın yukarıdan aşağıya doğru olduğunu biliriz. Bizim için aşağılık, yukarılık yeryüzüne göre beliren bir şeydir. Yer yuvarlağından onu kaybedinceye kadar uzaklaşınca aşağı, yukarı kelimelerinin