Hüseyin Rahmi Gürpınar

Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç


Скачать книгу

inanıyordu.

      İrfan, gençliğin tasarısındaki ideal olan evlenme konusunda bile yürek sızlatıcı bir ümitsizlik, bir acılık, bir yüksünme içinde kalıyordu. Hayır, o, bu memlekette evlenmeyecekti. İşte ağabeysi Ragıp evlenmişti! Uyulması şart bir âdeti yerine getirmek için evlenmişti. Birkaç ay geçtikten sonra geçimsizlikler, dırıltılar baş göstermişti. Çünkü karı koca arasında hisçe, zevkçe, terbiyece bir uygunluk yoktu.

      Hele birbiri ardından iki çocuk doğduktan sonra kadına bir çapaçulluk, bir gevşeklik, bir yıpranma gelmiş, Ragıp’ın zevk ve iştah dolu bakışları ev dışında dolaşmaya başlamıştı. Kocalık bağlılığından ayrılışlarının ilk devirlerinde bu gece kayboluşlarına birer sebep bulabilmek için epey yorulmuş ama sonraları buna da lüzum görmeyerek gemi bütün bütün azıya almış, karı koca birbirlerinin başına âdeta birer bela olup kalmıştı…

      Bu tesirli örnek, bu ümit kırıcı örnek insanın gözü önünde durup dururken o nasıl evlenebilecekti? İrfan kendine eş olabilmek için el ele vererek gençliğin aşk dolu hayallerinde, altın ufuklarında ortak bir yükselme zevkiyle uçacak bir melek arıyordu.

      Onu nerede bulacaktı? Nerede? Hayalinin yavrusu olan bu müstesna vücudu, bu ideal periyi İstanbul’da değil, en medeni memleketlerin gelişme ve terbiye çevrelerinde bile tasarlayamıyordu. İstanbul’da kimi alacaktı? Gezinmek için mezarlıkların çimenleri üzerine çömelerek gelip geçenlere bezden paça bağlarını göstere göstere simit, akide şekeri, peynir, portakal yiyen hanım kızları mı?

      Hem böyle bir memlekette evlenmekten maksat ne olacaktı? Bu yosunlu damların altındaki kasvetli hayat içinde yaşamak, bu kirli sokakların bozuk kaldırımları üzerinde sürünmek veya evlat yetiştirmek için mi?

      Doğacak evladı yaşamanın nimetlerine ulaştırmak için zamanın ilerlemesine uygun bir okul hazırlamayı bile düşünmeyen bir milletin kahır içindeki, sefalet içindeki nüfusunu arttırmaya yardım etmek insanlığın iyiliğini istemek midir?

      İrfan böyle kederli kederli düşündükten sonra bazen sokakta bir siyah peçenin yarı koyuluğu altındaki fevkalade güzelliği, bir çeşit ruh çarpıntısıyla hissedilen bir genç kadına tesadüf ediyordu. Onun ince iskarpinlerle attığı gönül okşayıcı adımlarda, çarşaf altından omuzlarının yuvarlaklığında, göğsünün kabarıklığında, vücudun üst kısmını ayıran bel çizgisindeki kıvrıntılarda, çarşafın “en cloche” açıla açıla dökülüşünde öyle asalet dolu güzellikler, sanatlı incelikler, çekici ve yaraştırılmış ustalıklar keşfediyordu ki kadınlarımız hakkındaki kötü görüşlerini ve düşüncelerini unutarak içyüzünü kestiremediği bir dalgınlıkla bu rast gelinmiş çiçeğin güzelliğindeki çekiciliğe tutulup onun endamındaki dalgalanışlardan gelen güzel kokulu havayı içine çekiyor ve kendi kendine: “İşte bu, mezarlıklara çömelip kâğıt helvası yiyen takımından değil. Bunun en ufak hareketinde bile asil bir incelik var. Allah bağışlasın… Acaba kimin?” diyordu. Bir böylesi bulunsa İrfan’a hayat arkadaşı, gönül yoldaşı olamaz mı? Şimdi bu alanda yeni yeni ümitlere, fikirlere kapılarak öncekinden büyük bir dalgınlıkla takipte devam ediyordu. Bu güzel hanım, koyu renk güderi eldivenlere hapsedilmiş bileği, dışarıya gelecek şekilde çevrilip çarşafını arkadan bir kendine mahsus eda ile kavradığı zaman ilik-düğmenin pek saklayamadığı açıklıktan görünen avuç çukurundaki beyazlık, göze de âdeta dokunurcasına anlaşılacak bir taze nemlilik duygusunu veriyordu. Yaratılışın bir güzellik mucizesi olan bu el, aşkı besleyen bir yardımla İrfan’a uzansa onu bütün o ümitsiz, gamlı, karanlık fikirlerden kurtararak insanlık üstünde bir yücelerin yücesi bahtiyarlık cennetine ulaştırabilirdi. Böyle bir büyük mucizeye gücü yetecek eli taparcasına, diz çökerek öpmek için gidiyor, gidiyor, gidiyordu.

      Bu gerçek, arzusunun ve gözünün önünden kaybolduktan sonra kendini günlerce oyalayacak bir hayale kapılıyor, ona gizli gizli, haftalarca en ateşli öpüşlerini hediye ederek yalvarıyor, tapınıyor ama gitgide bu hayal, onun tapınan gözleri önünde eski parlaklığını kaybediyor, yavaş yavaş siliniyor, sona erince birdenbire bir yenisi parlıyordu.

      İrfan, böyle şık ve güzel bir kadına rastladığı zaman bazen maddeye tapan bir insan olmaya çalışarak kendi akrabasından süslenip çıkan genç kadınları gözlerinin önüne getiriyor, bunların dışları kadar içyüzlerini de bildiği için o ipekli çarşafların, o dantela korsajların altında ne kadar hırçın kalplerin gizlendiğini ve o bir günlük süsün, düzenin, evlerde aylarca süren ihmallere, ilgisizliklere, düzensizliklere çare olamayacağını ve duyguca, terbiyece, yaşayışça mevcut birçok noksanı affettiremeyeceğini düşünüyordu.

      İrfan’ın böyle bahtiyarca tesadüflerden sonra uğradığı sevdalardan, çektiği üzüntülerden, azaplardan, bütün bu sinirlere ait, hayal mahsulü zevklerden, çektiği işkencelerden kimsenin haberi yoktu. Hep kendi kendine gelin güvey oluyordu. Yirmi iki yaşına kadar itiraf edilmemiş sevdalar, karşılık görmeyen ahlar, inlemeler, ağlamalar, açık bir gerçeğe yönelmeyen tapınmalarla yorulmuş, delice denecek hayaller arkasından koşmuştu. Aşk konusunda pek utangaç ve cesaretsizdi. Daima böyle hayallere âşık oluyor, bir gerçek önünde sevgisini itiraf edeceği gün iyi karşılanmayacağı hakkında düştüğü garip bir zan kendisini öldürüyor, her cüretini kırıyordu. Kendileri için bu kadar gizli yaşlar döktüğü hâlde henüz güzel bir kadının azıcık iltifatına kavuşamamış bulunması üzüntüsünü arttırıyordu. Bu konuda mutlaka talihini bir denemek lazımdı.

      Gene bu güzellerden birine rastladığı bir gün kararlaştırdığı denemesini yapmaya kalkıştı. Bütün cesaretini toplayarak kadının kulağı dibinde tutkunca birkaç kelime mırıldandı. O kadar acemiceydi ki birbirini takip eden her kelimede sesi kuvvetten düşüyor, sözler açıklığını kaybediyor, sonunda anlaşılmaz birer mırıltı hâlini alıyordu. Genç kadın İrfan’ın bu tereddütlü, çekingen, şaşkınca tecavüzüne karşı cevap olarak derin bir garipseme manasıyla kaşlarını kaldırdı, dudaklarını büzdü, delikanlıyı aşağılayıcı bir alaylı bakışla süzdü. Şemsiyesini indirip tek kelime söylemeden yürüyüverdi.

      İrfan, bu sessiz hakaret karşısında öldü, bitti, eridi. O günden sonra kadınlara düşman oldu. Erkeklere göre kadınların eksikliği, zayıf davranışları birçok tabii hâllerdeki gelişmemişliği üzerine makaleler yayımladı. Bu yayınlara darılan birkaç hanım gene basın sesiyle kırgın cevaplar verdiler. Bahis kızıştı. Basın dünyasında İrfan kadın düşmanlığıyla biraz tanındı. Ama ne yapsa, ne etse kadınlardan büsbütün hıncını alamıyordu. 1326 yılı Mayıs başlangıcında dünyamızın Halley yıldızının kuyruğu içinden geçeceği gibi heyecan verici bir haber çıktı. Canlarına, herkesin hayatından ziyade ehemmiyet veren kimseler telaşa düştü.

      Bazı genç hanımların tasaları, uykularının rahatlarını kaçıracak dereceye vardı. Hatta korkunun büyüklüğünden ağlayanlar olduğu bile işitildi. En ziyade korkanların kadınlar arasında bulunduğunu inceleyen İrfan, “İşte tamam, kadınlardan güzel bir öç almanın sırası geldi.” dedi. İhtiyar, genç, bütün yakınlardaki kadınları toplayarak birkaç konferans vermeyi kararlaştırdı. Bu konferansa astronomi üzerine pek sade, halkın anlayacağı, ilkel bilgilerle başlayacak, hanımları gittikçe heyecanlandırmak maksadıyla gitgide şiddet kazandıracaktı.

      Bu kararını yerine getirmek için gereken hazırlığa başladı.

      3

      İrfan’ın babası Defterdar Galip Efendi, karısına ve evladına geçinecek kadar gelir bırakıp dört beş yıl önce ölmüştü. Bu aile eski yaşayışlarını hemen hemen bozmadan Aksaray’daki evlerinde oturuyorlardı.

      Bir