yattı. Anasının yüreğine iniyordu. Sonra dürbünü mürbünü ortadan yok ettilerdi. Baksana şimdi gene meydana çıkarmışlar.”
Bedriye Hanım: “Herkeste bir telaş. Bakkal bile fitili almış. Sabun getirdiği vakit neler söylediğini işitseydin güle güle bayılırdın.”
Emeti Hanım: “Ne diyor kızım, ne diyor?”
Bedriye Hanım, bakkalın söyleyişini taklide uğraşarak:
“ ‘Bağa bah… Aman canım bavvvvv çatacahmış, batacahmış, maassâbirin…’ deyip duruyor.”
Ana kız, Bedriye Hanım’ın bu taklitçiliğine o kadar gülerler ki vücutlarının sarsıntısından ayaklarının altındaki çürük küfe göçerek ikisi de yere yuvarlanırlar…
2
İrfan Galip Bey, yirmi iki yirmi üç yaşlarında yeni edebiyat kuşağından, sinirli, güç beğenir, gururu anlayış ve bilgisinden üstün, öğrenimi İstanbul okullarında… Avrupa ilim müesseselerinde okunan bilgilerin özel eserlerden burada da öğrenilebileceğine inandığı için tabiat bilgisi ve felsefedeki derinleşmesinin büyük kısmı özel olarak elde edilmiş, şöhret kazanma hırsıyla inleyip, yirmi paralık haftalık dergilere bedava, büyük değerde satırlar hediye etmekten usanmaz. “Venüs’e iniltili bir hediye” gibi aşk dolu yazılar yazar yahut “İdeal ve vicdan aydınlığının işitilebilir bir aynasıdır” gibi fikir yüceliklerine boğulmuş, karanlık ama büyük, derin sözler… Bazen tutturur: “Bu kâinat içindeki benliğim, varlığımın sınırıyla belli olmak gerekir. O şey ki benden dışarıdadır, ben, o değilim. Ama bence hissedilir durumdaki bir şey nasıl benliğimin dışında sayılabilir?”
Sonra, kitapları önüne açar; “rationalité, réalité, conscience, Le moi et non moi” ve benzeri kelimeleri açıklamanın enginliği içinde bunalır. Bir bahis üzerinde derinleştikçe o şeyin aklındaki eski açıklığı da kaybolur. Büsbütün mana karanlıkları içinde kalır. Daha sonra en sade kelimelerin manalarını bile anlayamayacak bir hâle gelir. Mesela işte manaca en basit olan bu, “sade” sözü öyle bir vasıftır ki bunu kullanırken manasını biliyoruz sanırız. Hâlbuki hiç de öyle değil. Sade ne demektir? Acaba kâinatta bunun tam karşılığını anlatacak bir zerre bulunabilir mi? Hesapta bir’i, geometride nokta’yı basit farz ediyoruz. Ama bu sırf bir faraziyeden ibarettir. Gerçek değildir. Parçalardan meydana gelmemiş bir birimi tabiatta bulmak değil, bu kesinliği zihin bile kabul edemez. Nokta da öyle. Matematik ilimlerinin yapısı bu ilk gerçeklerin kesin olarak ispatlanması temeli üzerine kurulmak gerekse matematik ölçü olan bir’i nereden alıp kestirecek? Kimyada basit cisimler denen şeyler de böyle. Bir cismin yapı bakımından basitliği farz edilse bile başka özellikleri bulunur, yani basit olamaz.
İrfan, memleketine faydalı bir adam olmak için gerçekten çalışır. Ama memleketimizde en gayretliler için bile ciddi öğrenim hemen hemen elde edilmez bir şey olmasından dolayı bir kısım zamanını böyle bilmediği ilim incelikleriyle geçirirdi. İlim yolunda elde ettiklerinden gurur duyardı. Birçok konularda yaşdaşı olan başka gençleri sığ görüşlü sayarak gözlüğünün altından acır gibi bir küçümsemeyle seyrederdi.
Yabancı kitaplardan elde ettiği yeni fikirleri bu İstanbul’daki yaşayışına uydurmakta pek güçlük çekiyor ve felsefenin, fiziğin, ilim ve bilginin temelini şikâyet zannediyordu. Hiçbir şeyden memnun değildi. Memleketinden, milliyetinden, ailesinden, hemen her şeyden şikâyetçiydi. Ev halkının, mahalle ahalisinin, kısaca hükûmet merkezinde yaşayanların bilgisizliklerinden pek bezmişti. Aksaray’daki evlerinin en üst katında seçtiği yazı odasının penceresinden Topkapı taraflarına doğru bazen üzüntüyle, acı acı bakardı. Uzun ve âdeta iyileşmez görünen bir sefalet altında kağşamış, kararmış, çarpılmış evlerin, koyu koyu yosun tutmuş damların bütününden sızan kederden sıkılır, sonra duvarlarının yüzünde, kiremitleri arasında biten dam korukları, kuzu kulakları, yapışkanlarla âdeta birer türbeye dönmüş, delikleri, kovukları kargalara, çaylaklara, baykuşlara yuva olmuş bu damların altında geçirilen o aşırı fakir, o gamlı hayatı düşünür, gözleri sulanır, o üzüntüyle bütün bu memleket halkına şöyle bir nutuk çekerdi:
“Ey hemşehriler! Niçin uyanıp bu sefalet tozundan, toprağından silkinmeye uğraşmıyorsunuz? Kabahat herkesten ziyade kendinizde… Siz, sizi bu bilgisizlik ve geriliğe bağlayan fikirlere destek oluyor, bu fikirlerin tarafını tutuyorsunuz. Gerçekten fikirlerinizi açmaya uğraşanlara sövüp sayarak canlı, yeni, besleyici, güzel telkinlerini âdeta cinayet sayıyorsunuz. Onlar, sizin bilgisizce hor görüşünüzden korkmasalar, lanetlemelerinizden çekinmeseler, kaç zamandır artık kangrene, kokuşmaya dönen bu derin gerileme yarasının kaynağını size pek büyük bir açıklıkla gösterecekler… Duyduğunuz her yeni fikre kızmayınız. Onları iyi karşılamak için anlama gücü kazanmaya uğraşınız.”
Bu üzüntüyle İrfan, “philosophie contemporaine (çağdaş felsefe)” kitaplığının açık tirşe kaplı kitaplarını masasının üzerine döker, haftalarca çalışarak “Evrim Kanunu”na ait uzun bir makale yazar ama yayımlanmak için gönderdiği gazetelerin hemen hepsinden, uzunluğu, açıklıktan ziyade yeniliğe uğraşılmış bir acayip üslupla yazılmış olması bahanesiyle geri çevrilirdi. Sonra, “Evrim Kanunu” makalesini lütfen bile kabul etmeyen gazetelerin sayfalarında fikri üslubundan bayat, ne bayağı yazılar görerek üzülürdü. Niçin böyle faydalı, ciddi makalelere rağbet eden yoktu? Hiçbir sağlam ilim temeline dayanmaksızın hemen her gün, fikir ve üslupça aynı bayağılıkta tekrarlanan adi şeyleri kötü bir alışkanlıkla okuyorlar; bu bayağı yazıların okuyucuları ilk bakışta anlaşılamayan bir tamlamaya, yabancı gelen yeni bir şiveye, bir zihin gücü harcamaya bağlı bir cümleye rastlamaktan neredeyse korkuyorlar. Beynin de tembel kalan başka bir vücut organı gibi zayıflayacağını bilmeyerek bilgilerini genişletmeye, zihinlerini kuvvetlendirecek ciddi bir şekilde okumaya üşeniyorlar.
Halk alaylara, iğrenç tuhaflıklara, birkaç kaba taklitle başlayan eserlere bayılıyordu. İrfan, “Evrim Kanunu”na ait o nefis, besleyici makalesine karşılık hokkabaz Çiçekçioğlu’yla yardağı Salamon’un pis konuşmalarını andırır bir bayağılık yazıp göndereydi kim bilir bunu okumak için nasıl kırılacaklardı. Öyle, ciddi bir makaleyi yazmaya günlerce uğraştıktan sonra bunu bir gazeteye kabul ettirebilmek için âdeta koruyucular, iltimasçılar bulmak gerektiğini İrfan anladı. Eserlerini, gençlerin kalem sadakalarıyla yaşamaya uğraşan, okuyucuları sayılı bir haftalık gazeteye göndermeye başladı. İlk uzun makalesi çeşitli isimlerle birkaç kısma ayrılarak yayımlandı. Bu birinci eserini, basıldıktan sonra öylesine bilgince, araştırma mahsulü, nefis buldu ki bir defa, beş defa, on defa okumakla doyamadı. Oda kapısını kapayarak her gün birçok defa okuyor, her okuyuşunda başka bir zevk duyarak âdeta kendinden geçiyordu. Yalnız imla ve tertip bakımından birkaç yerde gösterdiği yanlışlıkla, düzeltemediği bir iki dizgi yanlışına pek canı sıkılıyordu. Bu yanlışlarıyla okuyucularının gözünde bilgisizliğine hükmedileceği korkusundan gelen büyük bir tasaya kapılıyor, ne yapacağını bilmiyor, o satırların içinden kazımakla, koparmakla o kelimeleri yok etme imkânını bulamayınca bütün bütün kederleniyordu.
Makalesini yayımlayan gazeteyi kitapçı dükkânlarında çamaşır mandallarıyla diplere asılmış, yahut yerlere serilmiş gördükçe İstanbul’un bu yeni hürriyet havası içinde kendi manevi varlığından, düşünce gücünden tesir edici bir sebebin, bir kuvvetin dolaştığını hissederek gurura kapılıyor, gelip geçenlere: “Şu gazeteyi alıp ‘Evrim’ makalesini okuyunuz. Bakınız nasıl bir ciddilik, ne büyük bir inceleme, ne temiz bir ilerleme isteğiyle yazılmıştır.” diye bağırmak istiyordu. Her rastladığı tanıdıktan bu yeni makalesi hakkında bir övücü