Hüseyin Rahmi Gürpınar

Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç


Скачать книгу

bu çekim kanunu uyarınca uzaydaki hesapsız güneşler, gezegenler, kendi hacimleriyle birbirlerine karşı olan uzaklıklarına oranla öyle bir düzen meydana getirmişlerdir ki her zaman matematik bir intizam içinde dönerler. Bizim güneşimiz uzaydaki sayısız yıldızlar arasında önemi olmayan bir yıldızdır. Güneş, yer yuvarlağından bir milyon iki yüz yetmiş bin defa büyüktür. Bize pek büyük görünen bu dünyadan bir milyon iki yüz yetmiş bin kere büyük olan bir şeyin artık aşırı iriliğini tasarlayın. Ama uzayın sınırsız genişliği içinde bu koca cisim, kaybolmuş bir noktacık kadar önemsiz kalır. Güneşimiz, bulunduğu merkezden çekiminin görünmez ağı içinde tuttuğu gezegenlere güya hasretle kollarını uzatmış da onları çevresinde sapan taşı gibi çeviriyor sanılır. Bu gezegenler güneş çevresinde kendilerini çeken bu ateş merkezine düşmeyecek kadar büyük ama o tutkunlarını o merkezî çekimden ayırıp uzaya fırlatabilecek kadar bir santrifüj itici güç yaratmaktan küçük birer hızla dönmektedir. Sizin anlayacağınız bir kuvvet, gezegenleri güneşe doğru düşürüyor, başka bir kuvvet de uzaya doğru itiyor. Bunlar ne güneşe ne de uzaya gidemediklerinden bu iki zıt gücün tayin ettiği bir ortamda dolanıyorlar.

      Güneşin çevresinde sekiz gezegen vardır. Bunların hepsi kendi yörüngeleri üzerinde dolanırlar. Dünyamız üçüncü gezegendir. Yani güneşe bizden daha yakın Utarit ve Zühre adında iki gezegenden sonra bizim yörüngemiz gelir. En yakın olan Utarit’in güneşe uzaklığı 14.300.400 ve en uzak bulunan Neptün’ün 1.100.000.000 fersahtır. Bu saydığımız gezegenlerden başka güneşin kendinden pek ziyade uzaklaşan uçarı tabiatlı birtakım gezegenleri daha vardır. Bunların yörüngeleri elips dedikleri şekildedir. Daha Türkçesi yumurtanın bir ucundan öteki ucuna olan uzun yuvarlağı biçimindedir. Güneşin çekicilik hükmü şimdilik son gezegen sayılan Neptün’de bitmez. Daha ondan öteye milyarlarca kilometre mesafelere kadar sürer.

      Bu kuyruklu yahut perçemli dediğimiz sürtük gezegenler güneşten pek ziyade uzaklaşırlar. Uzaklaştıkça hızları azalır. Sonunda uzayın karanlık, donmuş, o ebedî ayrılık gecesinden bir korku hissi ve sevgiliye hasretle sarılarak ağır ağır geri dönerler. Bu dönüş sırasında sevgili hasreti güya her saniye artan bir şiddetle yükselir, çekicilik büyür. Gittikçe ışık ve sıcaklığını arttıran bir hızla, ateş saçan bir aşkla uzayları yırtarak, yakarak sevgililerinin yakınlarına koşarlar, koşarlar, güneşe en yakın noktaya gelirler. Bunlardan bazıları güneşteki atmosfere kadar yaklaşırlar. Âdeta alevlerine sürtünecek kadar sokulur. Bu yaklaşmayla sanki hasretlerini giderdikten sonra gene o uzun uzay yoluna atılırlar. Gene güneş gezegenlerinin birer birer yörüngelerinden atlayarak güneş hükûmetinin son sınır bekçisi olan Neptün’ün yörüngesinden çıkarak salt boşluğa dalarlar. Açılırlar, açılırlar… Yörüngelerinin en uzak noktalarına ulaştıkları zaman güneşin manyetizması gene bunları birer birer o ihtişam ve sevgi yakınlığına çağırır.

      Kuyruğuyla bize dokunacağı söylentileri çıkan Halley yıldızı 1835 yılında, yani bundan yetmiş beş yıl önce gene güneşin yakınından, yörüngesinin en yakın noktası olan o sevgi mıknatısı noktasından geçmiştir. Gökyüzüne ait kayıtlara göre Halley’in güneş çevresinde her yetmiş beş yılda bir tam devir yaptığı anlaşılıyor…”

***

      Bu sırada dinleyici hanımlar arasında bir gürültü kopar. İrfan Bey susar, kulak verir. Şu şamatayı işitir:

      M.: “Aman sus, alık kadın!”

      H.: “Ben neye olayım? Sensin alık!”

      S.: “İkinizin de onar paralık aklınız yok!”

      H.: “Kesin sesinizi de dinleyelim, bakalım bey daha neler söyleyecek…”

      L.: “A, burasını hamama çevirdiniz! Konferansayı mı dinleyeceğiz, sizi mi? Bey anlattı, anlattı, tamam kuyruğa geldi, artık patladınız, duramadınız.”

      H.: “Öyle kardeş, öyle… Tamam kuyruğu dünyaya çarpacağı zaman patırtıyı kopardılar…”

      A.: “Merak etmeyiniz canım… Böyle lakırtıyla değil, küçük tövbede mi, yoksa aralık ayında mı gelip çarpacakmış? O zaman doya doya seyredersiniz.”

      M.: “Biz bir söyledikse siz on söylüyorsunuz. Dünyanın yuvarlak olduğuna, bu uzayın içinde top gibi dolaştığına bir türlü aklı ermiyor da onu erdirmeye çalışıyorum.”

      L.: “Onun aklı ermiyor da bakalım seninki eriyor mu?”

      M.: “A, ben o kadar alık mıyım? Niçin ermeyecekmiş?”

      L.: “Öyleyse anlat bakalım, mademki bu dünya yuvarlakmış, akşam sabah fırıldak gibi dönüyoruz da biz sokağa çıktığımız zaman niçin yuvarlanıp denize düşmüyoruz? Bu kadar çocuklara, köpek yavrularına neden bir şey olmuyor?”

      H.: “Yaradan Mevla koruyor da onun için.”

      L.: “Sen sus hanım, ben sana sormuyorum!”

      C.: “Nafile gürültü etmeyiniz. Ne deseler hemen inanıverirsiniz. Hiç Erenköyü taraflarına gittiniz mi? Koskoca ovalar, kırlar, göz alabildiği kadar denizler… İşte dünya o değil mi? Bunun neresi yuvarlakmış? Gözüme mi inanayım, size mi?”

      A.: “Aa… Yuvarlaktır elmasım, yuvarlak. Erenköyü’ne kadar ne gidiyorsunuz? Ne hacet… Aksaray’dan tramvaya bininiz, Beyazıt’a kadar o koca yokuşları çıktıktan sonra bir düzlük gelir. Çarşıkapısı’nı geçiniz, türbeden aşağıya bir iniş başlar. A, işte yusyuvarlak!”

      L.: “Hiçbiriniz gereği gibi anlayamamışsınız.”

      C.: “Biz anlayamamışsak anlat bakalım, yuvarlağın üstünden niçin yere düşmüyoruz?”

      L.: “A, ondan kolay ne var?”

      C.: “Eh, hadi söyle…”

      L.: “Hiç karpuzun, kavunun üstünde karınca gezdiğini görmediniz mi?”

      H.: “A, öyle ya, öyle ya… Doğru. Duvarda, tavanda tahtakuruları nasıl düşmeden geziyorlar?”

      S.: “Bizim köşkte asılı Yeni Dünya’nın üzerinde böceklerin her türlüsü geziniyor. Niçin aşağıya düşmüyorlar?”

      C.: “A, bu nasıl lakırtı? Tahtakurusu, karınca başka insan başka. Tahtakurusu gezinir ama biz tavanda yürüyebilir miyiz? İlahi hanım…”

      F.: “Tahtakurusu mu? O kör olasıcayı söylemeyiniz. Bizim Vefa’daki evde o kadar çoktu ki çamaşır ipinin üstünde cambaz gibi gezinirlerdi.”

      Ş.: “Ya pire?.. Pire?”

      F.: “A, o daha marifetlidir. Sabahleyin yorganın üstünden tutmaya uğraşırken insanın parmaklarının arasından kurtulursa ta alnına kadar hoplar… Pek atiktir.”

      S.: “Ya öteki?”

      F.: “Hangisi?”

      S.: (F. Hanım’ın kulağına eğilerek) “Bit…”

      F.: “Aman o musibeti söyleme! O miskin mundarı aklıma getirme!”

      S.: “Nasıl miskin? Topalı yedi mahalleyi dolaşırmış.”

      B.: “Frengistan’da pireyi arabaya koşarlarmış, dayım söyledi.”

      F.: “İşit de inanma! Hiç o minimini hayvan araba çekebilir mi?”

      B. “Arabaya deyip de koskocaman landoya koşmazlarmış ya?

      Onun da kendine göre küçücük arabası varmış. Parayla ona buna seyrettirirlermiş.”

      G.: “Maymunların da çalgı çaldıklarını işittimdi ama bunu duymadımdı.”

      H.: