Mikâil Bayram

Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 İsim


Скачать книгу

hac yolunda giderken yazdığı Medain Harabeleri’dir. Medain mirası, İranlı seçkinlerin muhayyilesinde önemini hep korumuştur.

      Emevî sonrası dönemde, Ebu Müslim ve etrafındaki İranlı generaller yeni devlet üzerinde tasallut kurmaya çalışıyorlardı. Ebu Cafer kurnaz bir adamdı, bunları birbirinden ayrı ayrı ele aldı ve devlete karşı faaliyetleri nedeniyle birer birer tasfiye etti. En sonunda da Ebu Müslim’i darbe yapabileceği endişesiyle öldürttü. Böylece Abbasoğulları ailesi, devletin tek hâkimi hâline geldi.

      13.

      Bâyezid-i Bistâmî (777 – 848)

      Bistâm, İran’ın güneyinde Kerman-Horasan arasında bir bölgededir. Bâyezid, Abbasîlerin ilk döneminde yaşadı ve etkili oldu. Tasavvufun ilk neşvünema bulduğu ve kendini hissettirmeye başladığı dönem de bu dönemdir. Eski İran mistisizminin mensuplarındandır, ailesi Mecusî’dir, babası Mecusî din görevlisidir. Bu tür bir aile içinde İslam’ın ne derece etkili olabildiğini ölçebilmek zordur; ancak Bâyezid birtakım fikir ve söylemlerin temsilcisi olarak ön plana çıkar. “Mâ fî cübbetisiv’allah.” sözü (Cübbemin içinde Allah’tan gayri nesne yoktur.) gibi söylemleri, kendisinin Mecusî mistisizminin bir müntesibi olduğuna delil gösterilir. Zira Mecusîler, insanın nefis terbiyesi sürecinde yoğun bir faaliyetle tekâmül edeceğini, riyazet (Yeme-içme, uyku, halk ile muaşeretten uzak kalmak vb.) yoluyla insanın beşerî benliğinden sıyrılıp ilahileşeceğini ve neticede Hakk’ın o insanın benliğine gireceğini öngörür. İşte o vakit insan konuştukça sözü Allah’ın sözü, gördükleri Allah’ın gördüğü, duyması Allah’ın duyması olur Bu anlayışı da İslamileştirmek için bu anlamı ihtiva eden hadisler üretildi. “Benle kulum arasında öyle bir an gelir ki o an kulumun duyduğu ses ben olurum, gördüğü ben olurum, tüm hislerinde ben olurum.” mealine gelen sözler bu cümledendir. Benzer anlayışlar Şems-i Tebrizî gibi mutasavvıflarda da çokça vardır. Şems’in bir mecliste ayağa kalkıp “Daha ne zamana kadar onun bunun sözlerini aktarıp duracaksınız; içinizde yok mu bir yiğit, Allah bana bunu dedi, bunu gösterdi diyebilecek?” sözü de bu istikamette ve anlayışı temsil eder mahiyettedir.

      Bâyezid eski Mecusî mistisizminden pek çok şeyi İslami kisveye sokarak dinin içine zerk etmekteydi. Bu anlayış kendisinden sonra gelen mutasavvıflar üzerinde derinden etki yaptı. Hatta Mevlânâ da Bistâmî’den naklen eskilerin kitaplarından alıp manzumlaştırdığı çok önemli bir hikâye anlatır: “Bir sene Bâyezid Hacc’a gidecek oldu, çölün yolunu tuttu. Çölün derinliklerinde nurani çehreli bir adam gördü ve merak edip yanına gitti. Onunla sohbete daldı, adam Bâyezid’e bir şeyler anlatırken, Bâyezid o yaşlı adamın ‘zamanın kutbu’ olduğunun farkına vardı. Onun sohbetindeyken bu adam Bâyezid’e nereden geldiğini sordu, o da Allah’ın Evi’ni ziyarete gideceğini söyledi. Adam kendisine, bu kadar zahmet ve para harcayıp da gideceği o eve, yapıldığı andan beri Allah’ın bir kere girmediğini; ancak var olduğu andan beri Allah’ın kendi kalbinde bulunduğunu, kendi etrafında tavaf ederse haccetmiş gibi olacağını söyledi. Bâyezid de cebindeki parasını adama verdi ve oradan geri dönüp ayrıca Hacc’a gitmedi.”

      Mevlânâ bu hikâyede demek ister ki; “Her dönemin bir kutbu vardır ve onlar kendi zamanlarında dünyayı idare ederler.” Bu öykü aslında, Mevlânâ’nın kendi kutupluğuna ve yeni bir din yaratma iddiasına yatırım yaptığı bir başka şiiridir.

      Örneğin Kuşeyrî’nin risalesinde de Bâyezid’in söylemlerini büyük oranda bulabilmek mümkündür. Bu etki, daha sonraki pek çok mutasavvıf için de geçerlidir. Tasavvufun uluları (tabakat-ı sufiye) zikredilirken de hem Bâyezid hem de onun takipçisi sayılan Hallâc-ı Mansur en başlarda zikredilir. Benzer şekilde, Hallâc’ın babası da Mecusî’dir.

      Bâyezid’in döneminde devletin bürokratları hep İranlıydı; bu yüzden de İran kökenli olan Bâyezid ve Hallâc gibi kişiler, bu devlet adamlarınca özellikle ön plana çıkarılmaktaydı.

      14.

      Hallâc-ı Mansur (858 – 922)

      Geçmişte yaşamış öyle kişiler var ki ölümlerinin üzerinden asırlar geçse de sonraki nesiller o şahsiyetlerle ilgili birbirine tamamen zıt görüşte olabilmektedir. Bu şahsiyetlerden biri de ünlü mutasavvıf ve şair Hüseyin b. Mansur el-Hallâc’dır. M. 858 yılında Beyza’da doğdu, cetleri Zerdüştî’ydi. Aralarında Cüneyd-i Bağdadî’nin de bulunduğu döneminin ünlü mutasavvıflarından ders aldı, sonra da onlardan ayrılarak Fars, Horasan, Maveraünnehir gibi bölgeleri dolaştı. Bir dönem Hindistan’a da gitti; oradan Basra ve Bağdat’a dönüş yaparak etrafına talebeler topladı. Şöhreti kısa zamanda Bağdat’ta yayıldıysa da muhalifleri onu sihirbazlık ve itikadı bozmakla suçlayıp tutuklattı. Daha ziyade siyasi faaliyetleri ve rejim karşıtı Karmatîlerle ilişkilerinin de etkisiyle, M. 922’de idam edilirken önce çarmıha gerildi, sonra cesedi yakılarak külleri Dicle Nehri’ne atıldı.

      Hallâc’ın tutuklanması ve mahkûmiyetinin asıl nedeni Karmatî propagandacısı (davetçisi) olması ve Hulûlîyye inancına sahip olarak Allah’ın kendisine hulûl ettiği iddiasında bulunması oldu. Bununla birlikte, muhakemesi sırasında siyasi faaliyetlerinden dolayı değil, dinî inançları sebebiyle yargılandı ve idama mahkûm edildi. Hallâc’ın ölümünün ardından bazı çevreler onun yüksek fikirlerinin devrin din adamı ve kadılarınca anlaşılamadığını öne sürüp ona sahip çıkarlar. Başka bazı çevreler ise devletin merkezî rolüne atıfta bulunarak, Hallâc’ın yerleşik din ve devlet konusundaki görüşlerinin toplumu ifsat ettiğini savunarak, ölümünü meşrulaştırırlar. Sünni tasavvuf çevreleri ise; Hallâc’ın manevi cezbe hâlinde bu sözleri söylediği için şeran suçlanamayacağını, ancak kadıların da zahire göre hüküm verdikleri için şeriata uygun hareket ettiklerini söyleyerek, kendilerince bir orta yol bulmaya çalışır ve hem Hallâc’ı hem de onu öldürenleri dinî sorumluluktan beri tutmaya gayret ederler.

      Yaşar Nuri Öztürk, Hallâc’a dair kitabında2 bu adamın anlaşılmadığını ve devrin ulemasınca öldürüldüğünü vs. söyler. Hâlbuki bir zaman Yaşar Nuri’yle bir sempozyum münasebetiyle bir araya geldik ve kendisine Hallâc’ın gerçek kimliğini ve siyasi şahsiyetini anlattım. Hallâc onun iddia ettiği gibi yüksek fikirli olmak bir yana, Karmatîlerin lideri Cennâbî’nin arkadaşı ve ajanı olarak faaliyet göstermek üzere Bağdat’a gelmişti. Nitekim idam edilirken de Karmatîliğinden ve siyasi kimliğinden dolayı idam edilmişti. Öztürk çok şaşırdı ve “Acaba? Ben bir inceleyeyim bunu.” şeklinde bir tepki verdi. Nitekim bundan sonra da o kitabının arkasına hiç düşmedi, bir daha da Hallâc savunuculuğu yapmadı; bizim görüşmemizden önce daima ve kuvvetli şekilde Hallâc savunuculuğu yapardı.

      15.

      Şeyh Adî b. Müsâfir (1074 – 1162)

      Şeyh Adî olarak da bilinen Adî b. Müsâfir, Suriye’nin Baalbek bölgesinde dünyaya gelmiş bir mutasavvıftır. İlk ilim tahsilini, doğduğu Suriye topraklarında aldı. Ardından Hac vesilesiyle Hicaz’a gitti ve dört sene Medine’de kaldı. Bağdat, Şam, Halep gibi şehirleri dolaştı, Abdülkadir Geylânî, Sühreverdî, Ebu’l-Vefa gibi devrinin önemli mutasavvıflarıyla tanışarak dost oldu. Sonrasında Hakkâri’de inzivaya çekildi ve kendisi için yapılan zaviyede vefat etti. Kabri Musul şehri yakınlarındadır.

      Şeyh Adî bilhassa Kürtlerin Müslümanlaşması bahsinde çok önemli rol oynamıştır. Bilindiği üzere, Hz. Ömer döneminde İranlılarla Müslümanlar arasında Kadisiye’de çok büyük bir savaş meydana geldi. O savaşa Kürtlerden de Ermenilerden de katılanlar oldu ve Arap fatihlere karşı savaştılar. Müslümanlar galip gelince bu kitleler de kendi memleketlerine