sineklere benziyordunuz.”
Nâzım Cemal bol kahkahalarına başlamıştı:
“Öyle ya, içinde şehit olsak da ne gam… Hani hakkın da yok değil azizim. Doğrusu iyi eğlendik. İzmir’in bütün palamutları hakkındır. Vallahi… İstersen meyan köklerini de inhisar altına al. Bize böyle bir gece daha yaşat. Fakat akşam sen nerelerde idin kuzum? Bizim mühendis bir aralık yarım daire çizdi, cebir muadelesi halleder gibi kaşını, gözünü oynatarak salondan çıktı. Baktım Prenses de esniyor. Ben de odama çekildim. Ama sen ortalarda yoktun.”
Bu eski çapkınlık arkadaşıyla aralarında gizli bir mesele geçmediği için Ahmet Melih dün gecenin keyfine ait raporunu vermekte tereddüt etmedi. Olduğu gibi anlattı.
Nâzım Cemal dikkatle ve zevkle dinliyordu.
“Vay kâfir vay!” dedi. “Demek beyefendimiz hususi halvet âlemi yaptı ha! Alacağın olsun. Nazenini tanırım. Demek piyasaya çıktı. Doğrusu güzel kadındır. Ne vücut vardır onda…”
Ahmet Melih kolay kolay güzel beğenmeyen Nâzım Cemal’in bu takdirinden cesaret aldı:
“Onu kandırabilirsem İzmir’e de götüreceğim. Şöyle bir ay…”
“Fena olmaz. Değer doğrusu.”
“Ne diyorsun azizim? Sen gelmeden evvel onu düşünüyordum. Mukaddes gibi kadınlar insanı ömrü oldukça bıktırmazlar. Çünkü hem yaşamasını biliyor, hem yaşatmasını. Hem eğlenmesini biliyor, hem de…”
Nâzım Cemal’in meşhur kahkahası sözünü tamamlatmadı:
“Dosdoğru konuşurken saçmalamaya başlama azizim. Hiçbir kadın insanı ömrü oldukça mesut etmez. Bunu bir kere kabul et. Ondan sonra bu çeşit kadınlar belki de eğlendirmesini bilirler ama hayatlarına hâkim olan erkekleri değil. Senin, benim, şunun bunun gibi ya menfaatleri ya zevkleri için alakadar oldukları erkekleri… Yoksa onlarla sıkı sıkıya bağlandın mı dünyanın en sıkıcı, en çekilmez, en baş belası kadını olurlar.”
Ahmet Melih cevap vermedi. Yaktığı cigaranın ilk dumanlarını boşluğa üfleyen Nâzım Cemal devam etti:
“Bir İzmir seyahati fena değil. Bunu tavsiye ederim, hatta istersen ben de iştirak edeyim. Benim daktiloya patronundan yirmi gün için izin alabiliriz belki! Ama bilmem ikisi anlaşabilir mi?”
“Zannetmem. Zaten söz vermedi. Hatırım için gelmeye çalışacağını söyledi. Duyulur diye çekiniyor.”
Nâzım Cemal sinsi sinsi güldü:
“Çekinen kadının Prenses’in evinde işi ne a birader? Bunlar numaradır. Cilvedir. Sen bu seyahat için ona ne vereceksin söyle bir kere… Bak nasıl tıpış tıpış gelir.”
“Bu kadar da düşürme canım! Artık sokak kadını değil ya bu…”
Nâzım Cemal fıkır fıkır, karnını hoplata hoplata güldü, güldü. Neden sonra gözlerini silerek arkadaşına baktı:
“Mektebe yeni başlıyorsun galiba. Yahu sen kadınları yeni mi tanıyorsun Allah aşkına? Seni telefonla arayan, peşine düşen, Prenses’in evinde gelip seni bulan, seninle sabaha kadar içip eğlenen, çantasına yerleştirdiğin paraları öpüp başına koyan, evini, barkını bırakıp seninle İzmir’e gitmeyi kabul eden bir kadın nasıl bir kadın olabilir? Namus kraliçesi mi yoksa sokak kadını mı? Böyle kuruntulara lüzum yok azizim. Dün gecesini seninle geçiren kadın yarın gecesini de başkasıyla geçirir. Mademki geceleri veyahut gündüzleri kiralıktır. Ama sırf zevki, sevgisi için yaşayan ve yalnız bir erkeğin aşkını hisseden kadınları ayırmak lazımdır. Bunlar zevkleriyle beraber şereflerini de verdikleri erkekten bu fedakârlıklarına karşı para değil sadece vefakârlık beklerler. Senin Mukaddes Hanımefendi Prenses’in apartmanına geldikten sonra mesele yoktur. Bu sınıf kadınlar bence sokak kadını dediğin taksi kadınlarından daha iğrençtir. Çünkü her birinin arkasında hayatlarını bağladıkları bir zavallı erkek vardır.”
Ahmet Melih laf olsun diye:
“Mübalağa etme.” dedi. “Ne kadar olsa…”
O büsbütün hızlandı:
“Ne kadar olsa ne demek azizim? Sokak kadını nihayet hayatını kazanmak, belki de anasını, çocuğunu geçindirmek için düşmüştür. Fakat berikiler sırf sefahatleri, süsleri, şatafatları için, rakiplerinden üstün görünmek için, şu zenginin, bu meşhur adamın sevgilisidir dedirtmek için düşerler ve kendileriyle beraber taşıdıkları isimleri de düşürürler. Aradaki fark tahmin edeceğinden çok derindir. Bunu sen de takdir edersin ya. Şimdi Mukaddes Hanım’ı müdafaa etmek icap etti de…”
“Yok canım, ne müdafaa edeceğim.”
“Böyle kadınlarla eğlen, zevk et, parasını çantasına koy, geç birader. Ben böyle bir kadınla bir hafta yaşayamam. Bilirim ki o benimle yaşarken bile binbir hülya peşindedir. İnsan hayatta ne olsa biraz samimiyet ister canım, hele kadın erkek münasebetinde. Böyle kaşarlanmış kadınları bol para bile tatmin etmez. Gözleri daima bir derece daha üstündedir. Hâlbuki sokak kadını dediğin daha umumi bir kadın, hayattan o kadar usanmıştır ki gösterilecek en kısa bir saadet onu candan, gönülden insana bağlayabilir.”
Ahmet Melih onun kadınlar hakkında pek kestirme, kati fikirleri olduğunu bildiği için münakaşaya girmek istemiyordu. Lakırtıyı değiştirmek için sordu:
“Bu akşam ne yapacaksın?”
“Hiç! Ya sen? Tabii dinleneceksin.”
“Rıza Sedat gelecekti. Handise gelir.”
“Dün gece onun bir tuhaflığı vardı. Hasta mıydı? Hoş o geldiği zaman biz de pek tabii değildik ya.”
Ahmet Melih, bu neşesi eksik olmayan bekâr arkadaşına her zamankinden ziyade sokulmak ihtiyacını hissediyordu. Nâzım Cemal gibi zengin bekârlar, erkeklerin belki en mesutları idi. Korkusuz, endişesiz, gamsız, kedersiz insanlardı. Saçlarına kır bastığı hâlde Nâzım Cemal ne genç ruhlu, ne şen erkekti… Ve kadınların hatta genç kızların bile ne kadar hoşuna gidiyordu.
İçinde binbir endişe kaynaşırken sordu:
“Sen neredesin bu akşam?”
Nâzım Cemal dudaklarını büktü:
“Hiç. Yemeği lokantada yiyeceğim. Bizim aşçı izinli. Sonra doğru eve…”
Ahmet Melih bu gece yalnız kalmaktan korkuyordu. Böyle bir akşamda Nâzım Cemal’e ihtiyacı vardı. Onun fikirlerinden istifade edebilirdi. Vakıa Rıza Sedat o meseleyi kimseye açmamasını söylemişti, ama Nâzım Cemal de yabancı değildi. Sonunda nasıl olsa meydana çıkacak değil miydi?
Dedi ki:
“Lokantaya gideceğine bize gel. Belki Rıza Sedat da gelir. Hanım Feneryolu’na gitti, ben de yalnızım.”
Nâzım Cemal kabul etti:
“Olur. Fakat çok oturmayalım. Bugün yazıhanede birkaç kere uyku bastırdı. Kendimi zor tuttum. Malum ya eski gençlik kalmadı. Böyle bir gece papaz uçurduk mu en aşağı üç dört akşam perhize yatmak ve vücudu kalafata çekmek lazım. Değirmen eskisi gibi işlemiyor. Çarkları gevşedi. Vidaları, cıvataları aşınıyor. Hesaplı, idareli çalışmak lazım. Yoksa her yıl kır çiçekleri gibi etrafımızda fışkırıp duran güzel mahlukları sevmeye değil koklamaya bile takatimiz yetmez.”
Ve gözleri dalarak içini çekti:
“Biliyor musun bugün oldukça param var. Hiç çalışmasam ömrümün sonuna kadar iyi kötü geçinir giderim. Fakat keşke param olmasaydı da daha genç kalsaydım. Etrafıma bakıyorum da birader, kendi kendime kızıyorum. Gençlikte neden