kitapların emir ve nehiy çizgilerinden almışlar. Eski dinlerin tesiri altında kalan kütleler içtimai kanunlarından henüz bu izleri silmiş değillerdir. Hâlbuki mukaddes kitapların nüfuz mıntıkasından uzak kalan yerlerde yalnız tabiatın değişmez kanunlarıyla yaşayan eski kabileler, aşiretler arasında iş büsbütün aksine olmuştur. Oralarda ne yerden ne gökten emir alarak yaşayan insanlar yalnız tabii hisleriyle, tabii ihtiyaçlarıyla buldukları yaşama, birleşme şekillerini örf ve âdet hâline getirmişlerdir. Bu şekil hayatı geçiren kabileler arasında tetkikat yapan âlimler oralarda kadın yüzünden kan döküldüğünü işitmemişlerdir. Çünkü onlar arasında geçen ahkâm tabiatın diğer mahlukları arasında hâkim olan hissî ahkâm. Bir sinek gebe kalınca artık hiçbir erkek sinek ona yaklaşmaz. Bu kabileler arasındaki örf ve âdet de budur. Dişi gebe kalınca kabilenin hiçbir erkeği ona yaklaşmaz. Ve o, artık herkesin hürmet ettiği, yarı mukaddes bir mahluktur.
Ha ne anlatıyordum? Bugünün medeni izdivaç kanunları hükümlerini hep mukaddes kitapların koydukları temelden aldıkları için birbirlerinin eşidirler. Medeniyet dünyasının her tarafında kadın ve erkek münasebetleri hemen hemen aynı çerçeve içindedir. Yalnız birleşmek ve ayrılmak usullerinde bazı kanunlar serttir, bazısı hafiftir. Fakat esas yine birdir. Kocasının adını taşıyan kadın kocasınındır. Gelelim şekilde, içtimai nizamda bu böyle amma hakikatte, tabiatta bu hükümler tamamıyla yer bulabiliyor mu?
Eski dinî kanunlar, zina eden kadını recme mahkûm ederdi. Fakat bu fiilde müşterek olan erkek için bu kadar şiddetli bir ceza yoktu. Hatta kabile hayatından büyük siyasi teşekküllerden evvelki feodalite devrine kadar kadın galibin, kuvvetlinin kayıtsız, şartsız tasarruf ettiği bir mahluktu. Tarihin birçok devrinde kadın sadece bir dişidir. Dişinin siyasi ve içtimai hiçbir hakkı yoktur. Kuvvetin her şeye hâkim olduğu devirlerde insanlar böyle düşünür ve böyle yaşarlardı.
Kanun devri başladığı zaman cemiyet hayatı da değişmişti. Bugüne kadar geçirilen tecrübeler şunu anlatıyor ki, izdivaç hiçbir devirde en doğru ve tabiata yakın şeklini bulmuş değildir.
Bugün Amerika’da ve Avrupa’da bilhassa yüksek tabakalar arasında sık sık tesadüf edilen geçimsizlikler, yavaş yavaş orta ve aşağı sınıflara doğru iniyor. İnsanlar ruhi bir kararsızlık içindeler. Hislerde göze çarpan buhran gittikçe derinleşiyor.
Muharebelerin bıraktığı teessürler sosyal ızdıraplar, sitelerin hummalı hayatı, birdenbire kazanılan servet, birdenbire elden giden sermaye, zevk ve eğlencenin, içki ve sefahatin nesiller üzerinde yaptığı bozgunluklar insanları, kadını ve erkeği çok değiştirmiştir.
Hele kadının hisleriyle beraber muhakemesiyle de yaşamaya başlaması evlilik hayatında büyük bir hadise yapmıştır.
Eski kadın az düşünür, az hisseder ve daha ziyade adalesiyle vazife görürdü. Şimdiki kadın en az adalesiyle ve en çok hisleri ve muhakemesiyle yaşıyor. Aradaki fark bugünkü kadını erkek için bir dişi olmaktan uzaklaştırmıştır.
Bugünün kadını haricî ve maddi vasıfları itibarıyla dişidir. Fakat ruhi teşekküller ile dişi olmaktan çıkmıştır. Hislerde ve düşüncelerde birleşen kadınla erkek adalî münasebetlerde eski hayatiyetlerini tamamıyla kaybetmişlerdir.
Eski kadın, dişi kadın bir ihtiras aleti ve nihayet çocuk yuvası idi. Bu kabul edilmişti ve bu kanaat, eski insanları dişili erkekli mesut etmeye kâfi idi. Bugünün kadını adalesinden ziyade sinirinin ve kafasındaki fosforunun tahakkümü altındadır. Bunun içindir ki, bugünün kadını hırçındır, iddiacıdır ve mütehakkimdir. Onu mesut etmek için en münevver erkekler bile yanlış yollardan yürürler. Onu hâlâ dişi vaziyetinde görüp koku, ipek, kürk ve hayatın göz kamaştırıcı oncuk buncuk kabilinden binbir oyuncağını önüne dökmekle gözlerinde bir yudum sevinç uyandırmaya kalkmak ne budalalıktır bilsen.
Kadını bunlarla zapt etmenin modası çoktan geçmiştir. Müsavi haklar iddia eden bir mahluka daima dişiliğini anlatan bu hulul tarzını değiştirmedikçe onu mesut etmeye imkân yoktur. O şimdi heyecandan dudakları titreyerek siyasi davaların içine atılmaya hazırlanıyor.
Bu sırada ona vizon kürkten ve birman krepinden bahsetmek hakaret olur. Üzeri makine yağlarıyla lekelenmiş bir deri ceket bugünün kadını için İskoç bir mantodan, emprime bir elbiseden daha kıymetlidir.”
Ahmet Melih arkadaşının âdeta bir konferansa benzeyen sözlerini şaşkın şaşkın dinliyordu. O kadar dalmıştı ki, bu bahsin asıl hareket noktası olan karısının kararını bile unutmuşa benziyordu. Avukat Rıza Sedat ona bir cigara uzatarak devam etti:
“Velhasıl bu iş pek karışmıştır azizim. O kadar ki tabii sevgi ve temayüllerin mahsulü olan izdivaçlar bile azalmaya başlamıştır. En kuvvetli sevgilerle bir çatı altına başlarını sokan ve ilk hamlede mesut görünen çiftler yavaş yavaş, hayatın maddi tazyikleri altında sevgilerinin çözüldüğünü görüyorlar ve daha fenası bunların yerini sevgi eseri olmayan ve sırf karşılıklı menfaatler üzerine kurulan birtakım izdivaçlar kuvvet buluyor.
Bunu bir iktisadi hadise saymak da mümkündür. Cemiyet hayatında mühim rol oynayan sermaye, kadın erkek münasebetlerini de tahakkümü altına alıyor. Servet hislere ve sevgilere hâkim oluyor. Aşk da yavaş yavaş para ile satın alınan bir ticaret maddesi hâline geliyor.
Şimdi seninle, kafalarıyla yaşayan iki erkek gibi görüşüyoruz. Akıl, mantık, muhakeme varken hayale, evhama kapılacak değiliz. Nermin Melih Hanımefendi dönmemek azmiyle verdiği bu kararı neticelendirmek için beni vekil yapmak istedi. Eski bir aile dostunuz olduğum için böyle bir vazifeyi kabul etmeme imkân yoktur. Elimden geldiği kadar aranızı bulmaya çalışacağım. Nitekim dün son vapura kadar Feneryolu’nda kalarak hanımefendiyi fikrinden vazgeçirmeye gayret ettim. Muvaffak olamadım. Fakat ümidimi kesmiş değilim. Onun daha sakin bir zamanında daha makul düşüneceğini tahmin ediyorum. Ne kadar olsa kadındır. İlk heyecanı geçince tabiileşir. Ben o kanaatteyim ki, birkaç gün sonra kendisiyle yine temas edersem dünkü kadar şiddetli bulmayacağım.”
Ahmet Melih dalgındı.
“Çok şey, garip şey!” diye söyleniyor. “Hiç beklemediği, hatırından geçirmediği bu hadiseyi tahlil edemiyordu.”
Rıza Sedat dedi ki:
“Onunla istersen sen de görüşmeye çalış. Ben ayrılırken kendisine: ‘Ahmet Melih’i size getireyim. Muhakkak ki on sekiz yıllık hayat arkadaşınızı feda etmeye kıyamayacaksınız.’ dedim. Şiddetle başını salladı. ‘Bunu yapmayınız, çünkü faydasızdır.’ dedi. Buna rağmen ben ümidimi kesmiş değilim, sen doğrudan doğruya bir ziyaret yaparsan umarım ki!”
Ahmet Melih dudaklarını büktü. Yirmi dört saat evvel karısıyla aralarında geçen son konuşmayı hatırlamaya çalıştı. O gece ne kadar dalgındı. Ve zihni ne kadar yorgundu.
Karısının soyunmadan kendisini beklediğini pek iyi hatırlıyordu. Ve ona eskisi gibi, evliliklerinin ilk yıllarında yaptıkları gibi bir gece gezintisi teklif etmişti. Hatta şimdi karısının kullandığı kelimeler bile kulağında tekrar ediyor gibiydi.
Evet, o gece pek tabii görünmüyordu.
Yattıktan sonra karısının bir zaman dalgın, eli şakağında düşündüğünü görmüş, sonra kendisi uykuya dalıvermişti. Ve ondan sonra karısının yüzünü görmek kısmet olmamıştı. Fakat bu neticeyi nasıl tahmin edebilirdi?
Rıza Sedat arkadaşının dalgınlığını görünce bir cigara daha uzattı:
“İç bakalım çelebi. Dün geceki içtiklerine benzemese de zarar yok!”
Ahmet Melih müteessirdi. Gözlerinde ince bir sis belirmişti. Dün geceyi hatırlatan arkadaşına acı acı baktı.
Rıza