Piero Scanziani

İnsanın Macerası


Скачать книгу

ve kapıyı açması için ona yalvarır. Hiçbir dişi yaratık bu şiddetli yalvarışa daha fazla dayanamaz ve müsaade ederek kapılarını açar. O zaman dişi hücrenin umursamazlığının yalnızca görünüşte olduğu anlaşılır, içinde aynı çarpıntıyı onun da hissettiği görülür.

      Üreme hücresinin kendisine nüfuz ettiği sırada dişi hücre seçileni karşılamaya giden özünün yarattığı coşku ile hücreyi sıkar ve tam bir birleşme olabilmesi için onu kendi odağına taşıyarak cevaplar.

      Bu esnada diğerleri nihayet dişi hücreye ulaşırlar, yüzlercesi kendi yöntemi ile hücrenin kapısını çalar. Ancak başvuru kabulü sona ermiştir çoktan. Kahramanına sadık olan dişi hücre vakit kaybetmeden kendi etrafında aşılmaz bir duvar oluşturur. Böylece iki eş birlikte bir balayı seyahatine başlarlar.

      Sağ kalan üreme hücreleri nihayetinde pes ederler; kimi tükenene kadar kapıyı yumruklar, kimi daha yükseğe tırmanmaya çalışır, kimi yeni yollar dener. Ancak yaşam süreleri çok kısadır. Çift balayı seyahatindeyken etrafındakilerin çoğu hayatını kaybeder. İki yüz milyonu kurban edilir.

      Hayat bu hâliyle bize oldukça acımasız görünür ve kendi kendimize şu soruyu sordurtur: Bitiş çizgisinde yalnızca tek bir taneye ihtiyaç varsa neden on binlerce erkek arı, yüz binlerce somon, iki yüz milyon üreme hücresi harekete geçer?

      Ancak hayat har vurup harman savurmaz. Biz öngörüde hata yapmasak da yargılamada hata yaparız. Eğer insan ekimi birdenbire iki yüz milyondan yirmi milyon üreme hücresine düşerse, insanlık kısırlaşır ve bir nesilde solar gider. Bizim için yirmi milyon oldukça büyük bir rakam: Oysa hayat biliyor ki çoğu, hatta biri bile dişi hücreye ulaşmayabilir. Pürüzlü yolda kaybolanlar düşünüldüğünde, iki yüz milyon kesin ölçüdür.

      Ancak hayat neden herkes için ve daima bu kadar sert? Yaşam bize yıldızlardan atomlara kadar tek bir güçmüş gibi görünür, kendini sayısız akım, şekil ve yaratılışta ifade eder, bunlardan her biri farklı bir ölçüyle esas enerjiye katılır ve her biri bir diğerinden ayrılır, bu yüzden rekabet ve mücadele içindedirler. Yaşam güçtür, kim daha fazla güce sahipse daha fazla yaşama şansı vardır.

      Çiftin balayı serüveni yedi gün boyunca sürer. Dünyaya kapalı hâlde, kendilerini akışkan bir sıvıya teslim ederek, atalet içinde rahime doğru eğimler çizerek yuvarlanır dururlar.

      Görünüşteki bu rehavette olağanüstü başkalaşımlar gerçekleşir, tümü özünde ve çekirdeğinde dönüşümler yaşarlar, bir kromozom yuvası, çok küçük, ipliksi ve renklendirilebilir yaratıklar hâline gelirler.

      Yolculuk boyunca, üreme hücresinin ve dişi hücrenin iki çekirdeği birbirine yaklaşır, eşleşir, her bir engel düşene değin birbirlerini sıkarlar ve erkek kromozomları dişi kromozomların önünde durur. Sonra dans etmeye başlarlar.

      Onlar şimdi yalnızca birbirine kördüğüm olmuş iplik hâlindeler: Karşı karşıya hareket ederler, eğilirler, taç ve yıldız şekline girerler, kendilerini ritmik olarak ikiye katlarlar, kadril dansı ile girdaba kapılırlar, iki saf ve iki kutba ayrılırlar. Böylece vücudumuzun oluşumu başlar.

      Yolculuğun sonunda artık ne erkek üreme hücresi ne de dişi hücre kalır. Tamamen yeni bir şey doğar, tek hücreli bir insan embriyosu meydana gelir. Sonrasında kendini ikiye, dörde ve sekize katlar böylece onu sonsuz evreninden koparıp bizim ölçülerimize vardıracak ve dünyamıza kadar götürecek müthiş bir geometrik ilerleme kaydeder. Hücreden hücreye bu büyüme kromozomların ritmik dansları arasında, bir mimari plana ve hassas bir uyum yasasına göre yerine getirilir.

      Nasıl oluyor da yaşam daha önce bize anlaşılması güç ve uyumsuz gibi görünürken, bir üreme hücresi ile yumurtanın birleşmesi esnasında bu kadar yumuşak başlı olabiliyor? Yaşam yalnızca tüm yaratıkları birbirinden ayıran sonra da onları savaşmaya iten bir güçten ibaret değildir. O aynı zamanda birleştiren de bir enerjidir. Savaşın diğer yüzü barıştır, bir yüzü nefret bir yüzü aşktır.

      Hayat güçtür ve bununla birlikte aşktır da. Kim daha güçlüyse daha çok yaşama şansı vardır, kim daha çok yaşarsa daha çok aşk yaşama şansı elde eder.

      Yedi günlük balayı süresince anne; bizzat kendi rahminde yaşanan bu olağanüstü maceraların tümünden bihaberdir. Anne olduğunun farkına varmadan zaman geçirir, yemek yer, bir şeyler içer, uyur, gezinir, giyinir. Babaya gelince, bir şüphe bile düşmez aklına. Sıklıkla tohumları ekme hareketi, artık bir haftası geçmiş eski bir harekettir ve çoktan tamamen unutulmaya başlamıştır.

      Yaşam için Tristan ve İsolde’nin asırlık sevdasına ihtiyaç yoktur, yaşam için annenin sadık Penelope ya da ensest Francesca olmasının da bir önemi yoktur, yaşam için babanın ölümüne değin tek bir aşkın peşinde koşan Romeo ya da ölümüne kadar tüm kadınların peşinden koşan Don Juan olması bir fark yaratmaz. Hayata yalnızca kısa bir karşılaşma yeter, konsantre ya da özensiz olmasının bir önemi yoktur.

      Yine de yedi günün sonunda mucizelerin taşıyıcısı olan kadın çoğunlukla bir işaretle karşılaşır, bir tiksinme, baş ağrısı, baş dönmesi ya da nedensiz ağlama arzusu. Bu belirtiler anne ile çocuk arasındaki mücadelenin temelidir.

      Embriyo bir hafta boyunca akıntı dalgaları üzerinde yelken açtıktan sonra, asırlık gençlik adasına, hücrelerin adasına, pürüzsüz, kadifemsi, yuvarlak veya yıldız formlarındaki o zarif adaya, rahime ulaşır. Bunlar daima bahar hücreleridir çünkü Ay’ın evrelerine göre yirmi sekiz günde yenilenirler. Bu masum adaya embriyo bir korsan gibi demir atar.

      İmplantasyon başlar, binlerce hücreyi öldürür ve onların üzerinde beslenir, aradığı kanı bulana kadar bir niş kazar, bu şekilde buraya kendini yerleştirir, gün geçtikçe büyür, başka bir kuşun yuvasına kendi yumurtalarını bırakan guguk kuşuna benzer, burada yumurtadan çıkan kuş yiyip içerek diğer kuşun öz yavrularına zarar verir. İşte embriyo da böyle çok yakında her şeyin kendi lehine hareket etmek ve kendisine boyun eğmek zorunda kalacağı bu adanın tiranı hâline gelir. Mukoza zarı bu işgalcinin karşısında geri çekilir, salgı bezleri geri püskürtülür, kan damarları tıkanır ve vampir gibi kana susadığı için arterler ve damarlar bu zalim ev sahibini besleyebilmek uğruna muazzam bir ölçüde büyür ve dolambaçlı hâle gelirler.

      Anne ile bebeği arasında daima bir savaş vardır. Annemizin rahmine varır varmaz sınırsız bir bencillikle genişleriz. Bize yeni, kaçınılmaz ve abartılı bir iştah getiren bu kadının içinde büyür, onu uyandırırız. Yüzünü boyayıp karnını deşerek çirkin hâle getiririz. Kusana ve bayılana kadar onu zehirleriz. Ona karşı konulmaz bir uyku isteği ve anlamsız bir hüzün veririz. Sonunda ona vereceğimiz acıların düşüncesiyle onu korkuturuz. Dışarıdan onu öldürmeye hazır gibi görünürüz oysa yaptığımız tek şey doğup yaşama hazırlanmaktır.

      Annemiz kendi karnında ancak kendisine ait bir parça olmadığımızı hissetti, biz ondan başka biriydik. Kendisinin içinde onu boğmaya ve yok etmeye hazır amansız bir mekanizma gibi harekete geçtiğimizi gördü. Ancak yine de bizi çok sevdi.

      Daima güç ve aşktan ibaret olan yaşam birbirimizi severek, basit bir şey gibi annemizden yeni bir insan macerası oluşturmasını istedi, annemiz izin verdi.

      KİMSE YALNIZ DOĞMAZ

      Anne karnında uykuda geçirdiğimiz iki yüz seksen gün boyunca yalnız değildik. Bu kış uykumuzun etrafında tüm atalarımız, en uzaktakiler bizi yalnız bırakmazlardı.

      Şayet birbiri ardına üç yüz insanı sıraya koyacak olursak, yalnızca yarım kilometrelik bir alanı kaplayacaklardır. Oysa üç yüz atamızı (ebeveynlerimiz, büyükbabamız, büyük büyükbabamız ve bu şekilde