Piero Scanziani

İnsanın Macerası


Скачать книгу

bellidir: Erkek ya da kız.

      O andan itibaren kapalı olduğumuz sıcak sıvı içinde bir civciv gibi hareket etmeye başlarız. İlk duyu olarak önce dokunma hissini hemen sonra da tat alma hissini elde ederiz. Ancak, suya batırılmış hâlde olduğumuzdan doğru düzgün ne koku alabilir, ne tam duyabilir ne de tam görebiliriz. Altıncı aydan itibaren yutmaya ve işemeye başlarız. Bizi çevreleyen sıvı ile güzel bir ziyafet çeker sonra saatler boyunca bir hıçkırığa tutuluruz. Amacımız, anne kıçıyla tanıştığımız gün emmeye hazır olmaktır.

      Yedinci aya doğru memeliler ve özellikle maymunlara benzer hâlde tutarlı bir şekilde büyürüz, zayıf ve buruşuk hâlimiz yaşlı amcalara benzer. Vücudumuz küçük bir şempanze ile karıştırılmaya yetecek kadar tüylerle kaplanmıştır. Sekizinci aydan hemen sonra kıllarımız dökülür ve bununla birlikte yaşadığımız pek çok insanlık dışı özellik geride kalır. Nihayet artık bir bebek gibi görünürüz.

      Başkalaşımlarımızın birçok mucizesi arasında en büyüğü kesinlikle doğum arifesinde sahip olduğumuz kocaman, karmaşık, ağır olan beynimizdir, bununla birlikte evrenle ilk zihinsel temasımıza beynimiz izin verir.

      Şayet hayat kristaller ve protoplazma ile (Proteinler, yağlar, tuzlar ve sudan meydana gelmiş, nabzı olan daha da doğrusu canlı olan beyaz yumurta akları; bitkisel ve hayvansal olduklarında neredeyse özdeş görünen tuhaf yumurta akı, oysa bir solucan ile bir meşe düşünüldüğünde fark devasa olmalıdır.) başlıyorsa, eğer hayat yosun ve infüzyonla başlıyorsa, zihin ne zaman başlar? Bazen köpeğimizin bile düşündüğünü fark ederiz, maymun da düşünür, düşünürler ve seçerler. Ancak bazen de düşünmez, deneyim kazanırlar, amipler o kadar küçük su yosunlarını seçerler ki başka bir yosun olan pandorina onu yer. Bu deneyimden sonra, minik amipler zararlı boyaları yutmayı bırakır. Sadece beyinden değil aynı zamanda duyu organları, ağız ve sindirim sisteminden de yoksun olan deniz anemonu diğer balıkları yakalasın diye kendisine doğru iten dost canlısı balıkları ayırt edebilir ve ona saygı gösterebilir.

      İnsanlarda duyarlılık beyne o kadar bağlıdır ki zihin sinir sisteminin bir etkisi gibi görünür.

      Oysa tam tersidir. Sinir sistemi olmadan bile duyarlı olabilirsiniz, küstüm çiçeği kendisine dokunulduğunda anında geri çekilir.

      Zihin ne beyinden ne onun şeklinden, ne özünden, büyüklüğünden ne de kıvrımlarından meydana gelir. Arı küçük ve basit bir beyne sahiptir. Oysa bu küçük beyin işçi bir arı için yeterlidir çünkü gözleri sadece şekilleri görmekle kalmaz ultraviyole dâhil tüm renkleri de görür çünkü yalnızca kulak zarlarıyla duymazlar aynı zamanda ultrasonu duyabilecek kadar hassas tüyleriyle de duyarlar çünkü keskin kokular gamını heyecanla hissederler, yüksek dokunsal hassasiyete sahiplerdir; tatlı, acı, ekşi, tuzlu olanı sadece ağzıyla değil aynı zamanda ayaklarıyla da tadarlar.

      Peygamberdevesinin beyni minimaldir ancak bizim karmaşık elektronik beyinlerimizden daha hızlı çalışır. Mikrosaniyenin bir kısmında peygamberdevesi hızı, rotayı, pozisyonu hesaplar ve yanılmaz bir şekilde etrafına yanıp sönen böceği ortalayarak vurur. Uçaksavar elektronik beyinleri bunu çok daha uzun zaman alarak yapar.

      Zihin beyinden meydana gelmez ancak beyin zihinden meydana gelir: Zihin her zaman vardır, madde içinde kış uykusuna yatar ve madde ölü değildir, uyanmakta olan uykuda bir şeydir.

      Bazılarına evrenin geri planında ve her canlının, arıların, hatta peygamberdevesinin bile arkasında bir bilgeliğin var olduğunu kabul etmek itici gelir. Diğerlerine göre böyle bir bilgelik öylesine açıktır ki onun varlığını inkâr etmek güneşin varlığını inkâr etmekten daha kötüdür. Onu bilgelik diye anmak istemeyen ona hayat der çünkü hayat bilgeliktir. Kristelleri düzenleyen bilgelik amipleri hareket ettirir, arıları yönetir, peygamberdevelerine rehberlik eder. İnsanda ise bilgeliğin ışığı belirli bir ölçüde beynin gri maddesi aracılığı ile süzülüyor gibi görünür, böylece bilincimiz aydınlanır ve zekâ alev alır, insana hata yapmaya izin veren bir tür özgürlük doğar.

      Bizim hatalarımızın aracı ansefaldir. Doğmak üzereyken, kocaman bir kafamız vardır, vücudun dörtte biri ve yarısı ağırlığındadır. Yalnızca beyin tek başına yarım kiloyu aşar ve bizi aşağı iterek rahimde baş aşağı durmaya zorlar. Beden hareket etmeye çalışır ancak yuvarlak beyin balasına bağlı olduğu için nafile uğraşır.

      Bu ağırlıkta, bu gri membranlarda, sinir köprülerinde, bu ventriküllerde, bu hemisferlerde, sarmallarda, beyin zarında insanın büyüklüğü saklı olsa da başkalaşımlarımızın sürdüğü iki yüz seksen gün boyunca, hiçbir düşünce beynimize uğramaz. Ağır serebrumubuz hareketsiz akciğerlerimiz gibi sessiz bekler.

      Ancak işte nihayet zamanın gizemli yüzüne özellikle bir tarih damgasını vurdu. Annemiz işaretimizi anladı: Böbreklerinden başlayarak tüm göbeğini saran sancı çanları çaldırdı. Bu ilk doğum sancısı su altındaki huzurlu hayatımızı da heyecanlandırdı.

      Doğma zamanı geldi, bu muazzam bir maceradır. Yeni bir bebek için doğma zamanı geldi; bu umutların başlangıcıdır. Dokuz ay içinde evrensel deneyimi özetleyen ve şimdi insan deneyimini özetlemeye hazırlanan bir çocuk için doğma zamanı geldi.

      AĞLAYANIN DRAMASI

      Doğum vakti geldiği zaman, acı çekme vakti de gelmiştir. Dokuz ay boyunca annemiz tüm ağırlığımızı taşıdı ve bizim için türlü acılar çekti: bulantı, bitkinlik, sarhoşluk, bol melankoli. Ancak artık güneş saatinin akrep ve yelkovanı şimdi bizim saatimizi vuruyor: doğma ve acı çekme zamanı.

      Doğum ağrıları hakkında konuşurken, her zaman annenin acılarından bahsederiz, oysa çocuğun acıları çok daha büyüktür. Tamamen masum olan bebeğin başına gelenler işkence odası acılarıdır. Ancak kimse onu umursamaz; genel dikkat anneye, onun huzursuzluğuna ve yakarışlarına yönelir. Çocuk visteral dünyada kapalı bir organ gibi görünür.

      Oysa bu dramanın başkahramanı bizzat bebektir, bizzat kendisidir. Geri kalanların tümü ikinci plandadır: nefes nefese bir anne, çabalayan bir ebe, uzak ve unutulmuş bir baba.

      Ancak bu kötü yazılmış ve acımasız bir dramadır. Başaktör her zaman arka plandadır. Nihayet sahneye geldiğinde perde düşer ve her şey biter. Ebe ellerini yıkamak için ortadan kaybolur.

      Kahramanın sadece perde arkasında olduğu yetmezmiş gibi üstüne bir de ağzı da kapanmış, sesi bile gelmez. Gizlice işkence görür ve bağırmasına izin verilmez.

      Yine de bazı nadir durumlar ve özel koşullarda işkence içindeki, görünmeyen ve henüz tam doğmamış bu bebeğin yüzüne doğru bir parça açık hava vurur. Bu küçük havayla feryat figan acılarını ifade etmeye çalışır; bu membranlar açıldıktan sonra rahim içinden gelen fetus ağlamasıdır ancak öyle zayıf, korkunç, karanlık, insani olmayan, doğum öncesi bir dünyadan gelen, o dünyadan bizimkine ulaşan acı verici bir sestir ki onu kim duysa tir tir titrer. Anne özlemini durdurur, ebe ilgisizliğini kaybeder. İki kadın doğmadan önce ağlayan bir bebek duyunca dehşet içinde birbirlerine bakarlar.

      Kimse doğum saatini aniden belirleyen sebepler üzerine düşünmez. Böylesi bir şiddet olayını tetikleyen sebeplerin gerçekten güçlü sebepler olması gerekir. Plasentanın kendi döngüsüne sahip olduğu ve nihayetinde ömrünün tükeneceği bilinir. Ancak plasenta ölüme tek başına gider, kırk hafta boyunca beslediği, büyüttüğü bebeğin hayatına karşı kurban edilmiştir.

      Plasenta ölmek üzeredir ve yeni canlı doğmaya hazırdır. Sonra bir hormon patlaması yaşanır, bir dakika öncesine kadar rahimle ilgilenmezken aniden sayıca artarak güç elde ederler. Peki hormonal bezleri daha fazla salgılamaya teşvik eden kim?

      Güneş