Piero Scanziani

İnsanın Macerası


Скачать книгу

mümkündür, hatta kimi tanıdıklar o kadar değişir ki onları nereden çıkardığımızı düşünmek zorunda kalırız.

      Ancak gerçekte yaşadığımız başkalaşımların en önemlisi ana rahminde geçirdiğimiz dokuz aylık dönemde gerçekleşir. Çocukluğumuzda daha aktif sonrasında sönmüş bir enerjiye dönüşen ve kumları devirmeye çalışan yorgun dalgalar gibi daha az dinamik hâle gelen yaşam boyu sahip olduğumuz tüm başkalaşımların bu dönemde geçirdiğimiz başkalaşımların bir sonucu olduğunu söyleyeyebiliriz.

      Bu dokuz ayda insanlığımızı hak etmek için belirli yaşam formlarına ulaşmamız gerekliymiş gibi kristallerden protozoaya, balıklara, maymunlara kadar tüm embriyonik yaşam formlarına geçici olarak büründük.

      Bizler var olmaya yaşamın başladığı yerde başladık. Peki yaşam nerede başladı? On dokuzuncu yüzyıl, kolay bir yüzyıldı, bilim insanları atomlardan oluşan, asal bir maddenin varlığından emindi ve atom sağlam, yıkılmaz, son ve sonsuzdu. Yirminci yüzyıl nispeten daha zor bir yüzyıldı, bilim insanları atomu incelediler ve onun iki kutuplu bir enerjide çözüldüğünü gördüler: Protonu oluşturan pozitif elektrik, elektronu oluşturan negatif elektrik. Elektron ve protonlar dalga mı yoksa partikül mü? Bazen dalgalar hâlinde bazen partiküller hâlinde görünürler, belki tamamen farklıdırlar belki de fotonlardan, yani ışık tanelerinden oluşurlar. Biz de embriyonik kökenimizde iki kutuplu bir elektrik pıhtısıydık. Ancak hemen sonra kesinlikle canlı olan kristallerin yolunda yürüdük. Kristallerin canlı varlıklar olduğunu ilk anlayan Napoli’de patolojik anatomi profesörü olan bir doktordu.

      Büyük kâşiflerin diğer disiplinler ile iç içe olması gelenekseldir: Mikrobiyolojinin babası Antonie van Leeuwenhoek Hollanda’da bir belediyede muhasebeciydi, her türlü bilimsel altyapıdan yoksundu, oksijen ile azotu birbirinden ilk ayıran Joseph Priestley, Presbiteryen bir papazdı ve kendisi sodanın patentini almıştır; enfeksiyonların kökenini ortaya çıkaran Agostino Bassi borcu gırtlağında Lodili bir tüccardı, genetik bilimi Don Gregor Mendel isimli bir teolog tarafından kuruldu. Bu bihredler her türlü alışkanlıktan uzak kalarak büyük problemlere odaklandılar ve onları çözdüler. Geometrik yaratıklar olarak kristal yaşamın tümünü ortaya çıkaran da Doktor Otto von Schrön’dü.

      Hof’ta doğup Münih’ten mezun olan Otto von Schrön kristallerle ilk olarak Torino’da karşılaştı: Quintino Sella’nın ünlü kristalografi derslerini yayınladığı esnada bu üniversiteye çağırılmıştı. Ancak asıl büyük ve nihai karşılaşma yirmi bir yıl sonra Napoli’de gerçekleşti.

      Otto von Schrön artık ünlü bir doktor ve saygın bir profesördü, öğrencileri arasında Cardarelli, D’Antona, Tizzoni gibi isimler vardı. Kristalize edici maddenin salgılanmasını fark ettiğinde Tüberküloz basilini inceliyordu. Yüzyıl sona erdi ve 1900’lü yıllar başladı.

      Kristallerden oldukça etkilenen Otto on sekiz yıl boyunca onlar üzerinde çalışmayı sürdürdü. Yüz bin deney yaptı, on iki bin mikrograf çekti. İşe bir hazneyi tuzlu suyla doldurarak başladı ve oluşturduğu çözeltiyi mikroskop altında inceledi: Granül içermiyordu, dört yüz bin çap genişlemiş olsa bile kusursuz bir biçimde tek tipti. Daha sonra kristalleri doğurmak için haznenin etrafındaki sıcaklığı düşürdü. Gerçekten de çözeltinin içinde küçük bir küre oluştu: bir hücre. Von Schrön bu hücrenin içinde yavaş yavaş minik kürenin yüzeyinde beliren iki karanlık noktanın döner bir hareketle ortaya çıktığını gördü; onlar ana hücreden tomurcuklanan iki yeni kristal hücresiydi. Böylece, hazne hücreden hücreye çiçeklenerek kristallerle doldu. Von Schrön bitki ve hayvan protoplazmasına benzeyen bu kristal dokuya petroplazma demişti.

      Kristaller arasında çok büyük olanları ya da mikroskobik olanları da vardır, küçük ve büyük kristaller bir araya gelerek neredeyse tüm katı cisimlerin omurgasını oluştururlar. Her gaz sıvıya dönüşebilir ve her sıvı da katı olabilir. Madde katılaştığında kristalleşir, yani belirli bir formda yaşama kavuşur.

      Kristal yalnızca genişlemekle ya da çoğalmakla kalmaz, aynı zamanda iyileştirici gücü de vardır. Eğer büyüdükçe kırılırsa, kristal hemen kendi yarasını iyileştirir ve ancak ondan sonra genişlemeye düzenli şekilde devam eder. Kısacası, canlı bir doku gibi davranır. Büyümekte olan iki kristal buluştuğunda, hayatta kalabilmek için mücadele ederler ve büyük olan diğerini geriye hiçbir iz bırakmadan emer. Kristallerin çocukluğu, gençliği, yetişkinliği, yaşlılığı ve sonunda fosile dönüştükleri ölümleri vardır. Tüm mineraller yaşayan ya da yaşamış olan varlıkların kolonileridir. Kristallerin oluşumunun arkasında mükemmel geometrik bir bilgelik bulunur, basit kaya tuzu küpünden karmaşık pirit dodekahedrona kadar bu varlıkların biçiminde her zaman inanılmaz harmoni yatar.

      Otto von Schrön Napoli’de petroplazmanın yaşamını fotoğraflarken, 1900 yılında Paris’te büyük bir uluslararası fizik kongresi gerçekleşti. Katılımcılar arasında Hindistan’dan gelen Jagadish Chandra Bose isimli bir profesör de vardı. Neredeyse hiç kimse onu tanımıyordu. Yalnızca Cambridge’den mezun olduğu ve on beş yıldır Kalkütadaki Başkanlık Kolejinde fizik öğretmenliği yaptığı biliniyordu. Onun varlığı yalnızca kongrede Asya Kıtası’ndan da bir temsilin olduğunu göstermek içindi. Ancak Profesör Bose öyle bir makale okudu ki etkisi bugün bile devam eden bir yaygara koptu: Metal Tepkileri.

      O zamanlarda herkes inert bir madde ve canlı bir maddenin varlığını kabul etmekte hemfikirdi. İkincisi heyecan vericiydi çünkü uyaranlar ile reaksiyona girebilme yeteneğine sahipti. Canlı varlıklar (deniyordu) her uyarana ( belki basit bir çimdik) özel bir cihazla ölçülebilen bir elektrik darbesi ile tepki verirler. Eğer çimdik elektriksel tepki yaratmaz ise bitkisel ya da hayvansal doku artık yaşamıyordur, şüphesiz ölmüştür.

      Kalkütalı Proseför Bose metalleri çimdiklemeye başlamıştı ve onların da canlı dokular gibi uyaranlara cevap verdiğini gösterdi. Eğer bitki ve hayvan lifleri sıklıkla uyaranlara maruz kalırsa sonunda enerjiyi kaybederler ve elektriksel tepkileri kaybolur. Aynı şey yorulan metallerde de meydana gelir ancak ılık bir banyodan sonra tekrar güç kazanırlar.

      Meclis sersemlemiş hâlde kıpır kıpır olurken bilim insanı raporunu sakin bir üslupla okuyordu. 1900’lü yıllarda tanınmayan Jagadish Chandra Bose hemen sonrasında Kalküta’dan dünyayı şaşırtan araştırması sayesinde meşhur olacaktı. Hatta Hint milliyetçiliğine karşı tam mücadelede olan İngiltere kralından alkışı koparmayı bile başardı, dahası kral söz konusu kahverengi tenli dehanın önünde eğilmek istedi, ona baronet unvanını verdi.

      Paris Kongresi’nde Sir Jagadish Chandra Bose tıpkı canlı dokular gibi metaller içinde toksik ve antitoksik maddeler olduğunu ortaya çıkardı. Bir metal de zehirlenebiliyordu: Akut elektrik spazmı aşamasından sonra, artık uyaranlara cevap vermiyor, atıl hâle geliyor ve neredeyse ölüyordu. Ancak eğer panzehir zamanında gelirse metal yavaş yavaş iyileşene kadar kendini kurtarmayı başarıyordu.

      Metal nedir? Bir kristal kümesidir. Kristallerden bir tür yaşam formu oluşur, bu evrensel bir yaşamdır çünkü evrendeki tüm katı cisimler, en uzak gezegenlere kadar kristallerden oluşur.

      Başkalaşımlarımız da biz kendini kopyalayıp çoğalan, görünmez bir hücreyken başladı, tıpkı kristaller de aynı muntazamlıkla sadece tekrarlama ihtiyacı ile hareket ederek, kendi aralarında birbirleri ile özdeşleşirler.

      Bu esnada amipler gibi protozoalara benzeriz, belirli bir boyuta ulaşırız sonra ikiye, dörde, sekize ayrılırız. Böylece çok hücreli küçük bir varlık hâlini alırız, bu hâlimizle de deniz hidralarının embriyosuna sonra da kimi balıklara benzeriz hatta onlar gibi solungaçlarımız vardır.

      Bu başkalaşım girdapları ile geçen bir aydan sonra sekiz milimetreye ulaşırız ve etrafımızı ceviz büyüklüğünde