Piero Scanziani

İnsanın Macerası


Скачать книгу

vücudumuzu dolaşmış olan kanımız aniden kardiyopulmoner yola girer. Eğer derhâl nefes alışverişimiz ile iç organlar ve kandaki bu kargaşaya adapte olamazsak bizi yeni doğanların ünitesine koymak yerine, doğuştan ölülerin kaydına koyacaklardır.

      Hayat bizden hep daha güçlü, hatta daha güçlü ve daha da güçlü olmayı istemekten hiç yorulmaz. Şimdi yine bizi son bir riskle karşı karşıya getiriyor: Ya nefes almayı icat edeceğiz ya da ölümü tercih edeceğiz.

      Annemiz bize yattığı yerden ilk bakışını atıyor: Göğsünde bu zavallı, küçücük, çıplak ve kanlar içindeki hâlimiz için hemen yer açar.

      Kordon kesilmiş ancak biz hâlâ ağlamadık. Anne sıkıntılı hâlde zaten solgun olan gözlerini bize dikiyor. Sonra gözlerini kabaca göğsümüzü ovalayan ebeye çeviriyor. Yine de ilk feryat çığlığı henüz dudaklarımızdan dökülmedi, sessiz ve hareketsiziz. Anne kendini yatakta güçlükle doğruluyor, endişeli ve düşük sesle: “Nefes almıyor mu? Ne yani, nefes almıyor mu?” diye soruyor. Ebe bizi bacağımızdan yakaladı ve ters çevirerek popomuza şaplak atmaya başladı. Nasıl nefes alacağımızı bilmiyoruz, hiç nefes almadık ki, rahmimizin huzurunda buna ihtiyacımız yoktu.

      Anne, “Daha sert!” diye bağırıyor. “Daha sert vur! Ağlamazsa ölür!” “İşte!” dedi ebe. “İşte!”

      Ve sonunda ilk nefesi alabildik. İlk nefesimizi bir feryat takip ediyor, bu bir ağlama değil, bu bir acı çığlığı. Yine de bu çığlığı duyunca odadaki kadınların yüzü gülüyor. Ebe bizi temizleyip örterek annemizin kolları arasına yerleştiriyor ve bu sıcakta çektiğimiz onca acının sonunda uyuyakalıyoruz. Hayat bir kez daha yüzünü değiştirdi. Artık güç gerektirmiyor, şimdi sevgi zamanı.

      DOKUZ YÜZ GÜN

      Dokuz yüz gün nedir ki; yalnızca otuz ay veya yalnızca iki buçuk yıl. Otuz ay boyunca altı yaşındaki bir çocuk abeceyi ve sayı saymayı öğrenmek için çabalar durur. Otuz ay içinde on altı yaşındaki bir ergen bir lisans ya da diploma bile alamaz. Otuz ay içinde yirmi yaşında bir genç bir dili veya mesleği tam olarak öğrenmez.

      Öte yandan yeni doğmuş bir bebek (kör, sağır, dilsiz, güçsüz, savunmasız ) otuz ay içinde yalnızca görmeyi değil aynı zamanda anlamayı, yürümeyi ve konuşmayı da başarır. Yalnızca dokuz yüz gün içinde yaşama adapte olmuş yeryüzünün batık ruhunun mucizesi.

      Bu mucizeler günlük hayatta gözlerimizin önünde gerçekleşir ve bize o kadar olağan gelir ki onlara karşı olan merakımızı kaybederiz. Otuz ay içindeki değişimler şaşkın bir fetusu gülen, koşan, sorgulayan bir bebeğe dönüştürür ancak bu bizi artık şaşırtmaz, bize çok sıradan gelir. Bize varlığın doğasıymış gibi görünen bir değişimdir bu: Hissederiz ama şaşırmayız, yalnızca zamanında gerçekleşmezse şaşırırız. Çocuk gelişimi birkaç gün içinde çiçeklenen bir gül goncası ya da dün yumurtadan çıkmış, şaşkın, ıslak uzanırken bugün yuvarlak, sapsarı, cırlayarak her yeri didik didik eden bir civciv ile aynı düzene sahip gibi görünür. Mütemadiyen değişen bir evrende bebeğin dönüşümü bize tıpkı kaynayan suyun buharlaşması gibi genel bir kural gibi gelir.

      Ancak kaynayan suda ne bir çaba ne de bir inisiyatif vardır. Sadece kimyasal ve fiziksel örüntülerinde sabitlenen mekanik bir kanunun kör bir tekrarı vardır.

      Ancak goncanın çiçeklenmesinde mevsimlerin ritimlerine dikkat eden bir bitki yasası vardır, bilinçsiz bir genişleme, toprağın karanlığında kök salma, yapraklara doğru bitki saplarını uzatma vardır.

      Bir civcivin cıyaklamasında yalnızca uzak bir içgüdü vardır, onu zihinsel alaca karanlıkta bırakarak ona yardım eden ve yönlendiren ve ona eşlik eden bir tür hayvan yasası vardır. Oysa bir bebeğin dönüşümünde kendini birdenbire bir bedenin içinde hapis bulan insan ruhunun bütün genişlemesi var. Gemi enkazı dalgasının onu fırlattığı sahilde uzanır, kalkar, dener, tekrar dener.

      Bu her birimizin yaşadığı ve hepimizin tamamen unutmuş olduğu olağanüstü bir maceradır.

      Küçük insan yavaş yavaş büyür. Bir tavşan yavrusu ağırlığını altı günde, köpek dokuz günde, kuzu on beş günde, tay altmış günde iki katına çıkarır. Bebeklerde ise bunun için yüz seksen gün gerekir.

      Bu ilk çağlarda ağırlığımız tüm vücutta eşit şekilde artmaz, daha ziyade çıkıntılarda artar. Bazı iç organlar genişler ve diğerleri o esnada neredeyse değişmeden kalır, ilk gelişenler kilitli dururken de kilo almaya koyuluruz. Örneğin sternumun arkasında pembe ve etli bir bez olan timus on ay boyunca atar ve sonra hızlı bir şekilde azalır, atrofiye kadar. Doğumdan birkaç gün sonra üreme bezlerinde açıklanamayan bir artış olur. Erkek bebekte erektil, glans hassasiyeti oluşur; kız bebekte ise vulva kırmızımsı bir hâl alır, her ikisinde de meme bezleri şişkindir ve neredeyse süte benzeyen beyazımsı bir sıvı akar. Ancak kısa sürede bu yangın söner ve alevler ergenlik eşiğine kadar kapalı kalır.

      İlk iki yüz günde büyüme özellikle sindirim sistemi ve beyin üzerindedir. Altı ay içinde mide kapasitesini çoğaltır ve doğumda neredeyse yok denecek kadar az olan enzimler ve suları salgılamaya odaklanır. Bağırsak yüzde kırk artar ve yararlı bakteri florası zenginleşir. Beyin üç yüz gramdan altı yüz grama ulaşır, kafatasının çevresi on bir santimetre genişler. Bu sırada bacaklar kısa kalır, kemikler yumuşar, kaslar zayıflar. İlk büyümemiz düzensiz denilebilecek düzeyde ve gençliğin ahenkli mükemmeliyetine yol açacak şekilde gerçekleşir.

      Yaşamımızın ilk günlerinde şaşkınlık döneminden geçeriz. Uyku ile uyanıklılık arasında genellikle ne uyanık ne de uykuda oluruz ancak mütemadiyen derin bir şaşkınlık yaşarız. İfadesiz bir yüzümüz, bomboş bakışlarımız ve düzensiz vücut hareketlerimiz vardır. Hareketten yoksun hâldeyiz, biri bizi kaldırmaya kalksa başımız rastgele sallanır. Bildiğimiz tek dil ağlamaktır, bir heyecanımızı ifade edebilmek için tek yol hayvani basit bir bağrış olan feryadımızdır.

      Bir başkasının sürekli yardımı olmadan açlıktan ölürüz, gözleri ve kulakları kapalı olduğu hâlde bir köpek yavrusunun yapabildiği gibi beslenmek için kendi kendimizi anne göğsüne bile itemeyiz. Çevik hâlde doğan kobay yalnızca koşmakla kalmaz, otları yiyip onları birbirinden de ayırabilir. Her şeyden haberdar olan hücresinden bir karınca çıkar. Hemen antenleri temizler, etrafına bakınır ve çalışmaya başlar. Âdeta yetişkin gibi doğmuştur.

      Küçük insanoğlu ise gizemli ve karmaşık içgüdülerin yardımından mahrumdur. Valizinde yalnızca iki rekfleks ile hayata başlar: meme emmek ve göz kırpmak. Eğer dudaklarının arasına bir şey koyarsanız, sadece meme ucunu değil, bir parmağı, bir lastik sükinozu ve başka bir şeyi otomatik olarak emer. Bu temel refleks olmasaydı açlıktan ölebilirdi. Diğeri göz kırpmaktır. Yenidoğan bebeğin gözleri aşırı ışığa maruz kalırsa göz kapakları açılır, kapanır, bu iradenin ya da bilincin müdahalesi olmadan tamamen mekanik bir savunmadır.

      Bu ilk günlerde bilincin farkında değiliz, yalnızca basit ve karanlık bir hisse sahibiz. Bu, gecenin ortasında uyandığımız zamanla karşılaştırılabilir bir durumdur, şaşkınlıkla gözlerimizi karanlığa açarız, nerede olduğumuzu, kim olduğumuzu, geçmişi, geleceği bilmeden, her türlü zaman, mekân duygusundan yoksun, yukarı aşağı nedir bilmeden, gecenin siyahı ve belirsizliği içinde şaşkınlıkla kendimizi bulduğumuz temel bir varoluşa indirgeniriz.

      Bu ilk şaşkınlık dönemi boyunca kabaca ruhumuzun yaşadığı bir durumdur.

      Daha sonra (üçüncü ya da beşinci gün civarında) şaşkınlık döneminden parıltı dönemine geçilir. Karışıklık hâlâ tamamlanmış değil. Çocuk ruhunun etrafında uzanan manzara