Piero Scanziani

İnsanın Macerası


Скачать книгу

şey çok büyük değildir, hiçbir şey işe yaramaz değildir, doğmak yaşamak ölmek gibi her şey önemlidir. Yine de bizi ana rahmine yerleştiren, herhangi bir tehlikeye karşı koruyan, mükemmel bir huzur içinde saklayan, sessiz, karanlık, sıcak bildiğimiz bu şefkatli yaşam birdenbire yüzünü değiştirir. Gülümseme çocuklara işkence eden bir cadı sırıtışına dönüşür. Böylece ilk sancı ile karşılaşırız.

      İki devasa el kaba bir şekilde ve şiddetle bizi arkaya doğru eğerek ve başımızla topuk kemiğimize dokunup dansçılar gibi omurgamızı kıvırarak bir kafamızdan bir bacaklarımızdan bizi yakalamış gibiydi. İliklerimizde, omurlarımızda ve sinirlerimizde şiddetli bir spazm hissettik.

      Bu acıydı, ne olduğu tam bilinmeyen korkunç bir duyguydu, henüz tam doğmamışken hayatımızın ilk acısı ile karşılaşmıştık. Acı çektik ve dehşete düştük. Ağzımızı ardına kadar açarken küçük kalbimiz hızlı bir tempoyla çarpmaya başladı ancak etrafımızı saran sıvı yüzünden çığlıklarımız duyulmuyordu.

      Doktorlar doğmamış bebeğin kalbini steteskop ile dinleyerek ilk acı bittiğinde bebeğin yavaş yavaş sakinleştiğini söylerler ancak takip eden her doğum sancısı ile birlikte bebeğin de nabzı korkudan tekrar yükselmeye başlar. Artık doğum mekanizması çalışmaya başladı ve hiçbir şey onu yolundan alıkoyamaz. Doğum ortalama on iki saat, genellikle yirmi dört saat, bazen de daha uzun sürer. Bebek artık işkence odasına girmiştir.

      Bazıları doğumun her bebek için bir işkence olduğunu öğrenince çok şaşırır, hatta en başta inanmazlar, sonra bu fikirden rahatsız olurlar ve en sonunda sinirlenirler. Bizi suçlu ilan ederek “Böyle şeyleri yazmak yasaklanmalı!” diye beyanatta bulunurlar.

      Yasak olsun ya da olmasın söylendiği gibi bebekler dünyaya el bebek gül bebek gelmezler, melekler gibi de doğmazlar. Onlar dünyaya kana bulanmış hâlde gelirler.

      İlk işkence devrilmedir. Vücudumuz doğum öncesi pek çok başkalaşım geçirmiş olmasına rağmen daha önce hiç geriye doğru, tersine çevrilmiş bir şekilde dikilmemiştir. Baş aşağı, sırtımız öne doğru eğik, dizlerimiz alnımıza dayanmış şekilde bir şebek gibi dururuz. Her sancıda iki devasa el yalnızca omurları geriye doğru büker, hemen sonra ilkel duruşumuza geri dönmemize izin verip sonra tekrar bizi yay şekline sokmaya çalışırlar: On kez, elli kez, yüz kez tekrarlayan şiddetli omurga spazmı yaşarız. Bazıları omurganın bir sapması sebebiyle lordoz ile doğarlar.

      İkinci işkence boğulmadır.

      Nefes alamasak da oksijene ihtiyacımız var ve bunu göbek kordonu aracılığıyla anne kanından alırız. Ancak her sancıda, kordon tamamen kapanana kadar sıkıştırılır ve tıpkı suda boğulanlar gibi nefes alamaz duruma geliriz ve yalnızca bronşları ve mideyi işgal eden suyla ağzımızı doldurabilmeyi başararak yine boğulanlar gibi nafile ağzımızı ardına kadar açar, göğsümüzü genişletiriz. Otuz saniye sonra, bazen altmış, bazen yüz saniye sonra, sancılar kesilir, acıdan uzaklaşarak oksijenli kana tekrar kavuşuruz. Ancak ara kısa sürer. Sancı tekrar başlar ve boğulma hissi geri gelir, on kez, elli kez, yüz kez tekrarlayan ölüm kalım çizgisinde gidip geliriz. Çoğunluğumuz asfiksiden, balgamdan ve sudan tıkanan solunum yolları ile doğarız.

      Üçüncü işkence kasların kasılması ve sıkışmasıdır. Üç kilogramın biraz üzerinde olan küçük, henüz doğmamış bedenimiz korkunç kasılmaların merkezindedir. İlk sancıdan son sancıya kadar geçen on iki saat içinde beş kentallik toplam ağırlığa ulaşan kuvvetler tarafından dövülür, ezilir, itilir, ele geçiriliriz. Tufan şimdiye kadar huzur içinde yaşadığımız o yerden bizi koparır ve boynumuzu bükerek, uzuvlarımızı gererek, göğsümüzü ve karnımızı sıkarak, yüzlerimizi korkunç bir şekilde şişirerek geçilmez geçitlere girene kadar bize baskı yapar. Zorlu isyan kendini on kez, elli kez, yüz kez tekrarlar. Bazıları iç organların sıkışmasına direnmez ve doğmadan ölür.

      Dördüncü işkence en korkunç olanıdır, Orta Çağ cellatları buna demir haç derlerdi. O zamanlarda kurbanın başına, alnını ve kafasının arkasını bir vida ile kademeli olarak sıkacak metal bir bant yerleştirilirdi. Kranial kemikleri dayanılmaz bir acı vermek için üç milimetre, deliliğe neden olmak için beş milimetre ve ölüme neden olmak için yedi milimetre sıkmak yeterliydi. Doğumda her bebeğin başı on ila yirmi milimetre arasında sıkıştırılır. Şayet bu sebepten çok fazla ölüm olmuyorsa bu yalnızca kemiklerinin olağanüstü plastisitesi olduğu içindir. Ancak korkunç sıkıştırma nedeniyle neredeyse her zaman her bebeğin kafasında doğum sırasında bir şekil bozukluğu olur: Beyin-omurilik sıvısı omur gövdesine boşaldığında kafa derisinde su ve kan şişmesi belirir. Üstelik bu tek bir sıkışma değildir, sıkışma zavallı bebek kafatasının ilerisinde ve gerisinde dar bir silindirik kanala zorlanarak art arda pek çok kez olur: on kez, elli kez, yüz kez. Serum ve kan beyin zarlarına sızdığı için bazıları hidrosefali ile doğar.

      Beşinci ve son işkence için ızdırap demek doğru olur çünkü tamamen ruhun çektiği acıya aittir. Daha yeni dört ağır işkenceye maruz kalmış bedenin acılarına çocuksu ruhun eklenmesi ızdırabı meydana getirir.

      Doğmamış çocuğun henüz dünya ile tam tanışmamış özel bir ruhu vardır. Bu duygusallıktan ve düşünceden arınmış bir ruhtur ve serebral korteksi sessiz ve ıssız olarak bırakarak beynin (talamus ve striatuma kadar) yalnızca bir kısmını ele geçirir. Bununla birlikte ne kadar düşünceden yoksun da olsa artık acı çekmiş ve hassaslaşmıştır. Doğum öncesi yaşamın son günlerinde çocuk herhangi bir nedenle bir şok yaşarsa bu hemen nabzını yükseltir ve eğer sersemleme devam ederse doğmamış çocuk mesane spazmı nedeniyle çok acı çeker. Gecenin karanlığında uyanan korkudan çarşaflarını ıslatmış bir çocuk gibi. Bu kırılgan canlı doğum ile bir felakete uğramıştır. Küçük dehşete düşmüş ruhu on iki bitmez tükenmez saat boyunca on kez, elli kez, yüz kez tekrarlanan korkunç bir ızdırap istilası ile tanışır. Yenidoğanların çoğunda muhtemelen yaşadıkları dehşetten kaynaklanan sarılık olur. Aslında sarılık yarı asfiksi ve zahmetli doğumdan yorgun düşmüş bebeklerde daha sık görünür. Üzerinden yıllar geçse de insan doğum öncesi yaşadığı acıyı asla unutamaz çünkü bu acı kendini çocuklukta, ergenlikte, yetişkinlikte ve yaşlılıkta tekrar eder. Tüm yaşamımız boyunca bu ızdırap zaman zaman boğulma, baskı, belirsizlik ve nerede olduğumuzu ve neden olduğunu bilmeden bizi sürükleyen mantıksız bir his ile karışarak bizi yakalar. Bu doğmamış çocuğun acısı, bu insanın acısıdır.

      İnsanlar dünyaya eşit olarak gelmezler, eşit şekilde de gelmezler. Doğma şeklimizin tüm yaşamımız üzerinde yakın ve uzak etkileri olacaktır. Nero makat gelişli doğmuştur, yani doğması gereken pozisyonun tam tersi şeklinde.

      Doğmamış yüz çocuktan doksan beşi kafatasının üstü öne doğru, baş aşağı durur. Ancak kimisinin yüzü, bir diğerinin alnı rahme dönüktür, bazısı makat gelişli doğar ya da çok azı diz ve ayaklarıyla çıkmaya çalışır. Sonunda bir tanesi ölüm oranı yüksek bir pozisyon olarak omuzdan gelişle doğmaya kalkışır.

      Yüz bebekten doksan beşi iyi durumda doğar ve bu oldukça yüksek bir orandır, hayatın daima tetikte olduğunu gösterir. Bu nedenle büyük çoğunluk annenin iyi bir şekilde uyması şartıyla, kendiliğinden, yardıma ihtiyaç duymadan rahmi terk eder. Doğarken daima ölmek riski vardır ancak bu doksan beşi için risk minimal, neredeyse yok denecek kadar azdır. Oysa Oksiput Posterior pozisyonda gelen doksan altıncı bebek için yaşam belirsiz, risk ise ciddidir. Burada uzun saatler boyunca harcanan emek, korkunç bir acı, boğulmalar ve bazı istatistiklerde yüzde otuza ulaşan mortalite ile karşılaşılır. Yüz gelişi ile doğan doksan yedinci için de durum belirsizdir. Vakaların yüzde on beşi ölümle sonuçlanır, diğerleri