Piero Scanziani

İnsanın Macerası


Скачать книгу

ve yalnız bebek yine de çözülmüş bir dünya kabul etmeyi reddeder.

      Böylece çocuksu ruhu şaşkınlıktan çıkar. İlk başta dikkat süresi artar sonra bir zekâ kıvılcımı ve en sonunda da canlı bi sevgi ihtiyacı ile hafıza kendini gösterir.

      Önce dikkat parıltısı belirir. Yenidoğanın önünde parlak bir nesne belirirse gözlerini ona diker ve sabitler. Bu sadece çağrının gücüne uyum sağlayan istemsiz bir dikkattir ancak embriyonik safhada bebek manzaranın bir noktasına nasıl odaklanılacağını, böylece onu nasıl gerçeğe dönüştürüleceğini öğrenir. Dikkat süresi olmadan insan dünyası aptalca olurdu. Oysa insanın işi evrene düzen vermektir.

      Sonra hafıza parıltısı belirir. Dikkat gerçeğe dönüşür, hafıza onu kaydeder. Birkaç günlük yaşamdan sonra yenidoğan uyku ve emme saatlerini artık öğrenir. Bu yalnızca anlık bir hafızadır, herkes için hatta sebzeler için bile ortak olan ritimli bir anımsamadır. Sabahları saksılarında açılan ve akşamları kapanan çiçekler vardır. Avrupa’dan Amerika’ya uçakla taşınan çiçekler Avrupa’daki gece ve gün hafızasına göre açılıp kapanmaya devam ederler. Sadece kısa bir süre sonra eski takvimi unuturlar ve yenisine katılırlar. Çocukluk hafızasının tohumundan hayatı düşünceye çevirmeye mahkûm insan zihni doğar.

      Sonra zekâ parıltısı ortaya çıkar. Zekâyı yeni koşullara uyum sağlama yeteneği olarak tanımlayabiliriz. Değişen derecelerde bu bakış açısı tüm canlı varlıklara uygulanabilir. Solucan eğer solda devamlı elektrik çarparsa daima sağa dönmeyi bir ay içinde öğrenir. Bebek biberonu, parmakları ya da memeyi emebilmek için hemşirelerin yönlendirmelerine uyarak birkaç saat içinde dudak, dil, damak hareketlerini çeşitlendirmeyi öğrenir. Bu kavrayış ne kadar asgari de olsa yaratımın muazzam karanlığı arasında küçük bir alev, insan zekâsını ateşleyecek bir kıvılcımdır.

      Son olarak, sevgi parıltısı ortaya çıkar. Daha ilk haftalarda anne beşiğin yanına geldiğinde küçük bebek sevincini olabildiğince belli eder. Debelenir, elini kolunu sallar, gözlerini açar, dudaklarını ıslatır, boğazdan sevinçli bir gıcırtı ortaya çıkar. Nabız ve dolaşım hızlanır. Ne kadar küçük olursa olsun, çocuğun sevgi vermesi ve alması gerekir. Okşanma ihtiyacı bizimle birlikte doğar ve tüm yaşam boyunca içimizde bizimle birlikte yaşamaya devam eder, genellikle yanlış anlaşılır, genellikle hayal kırıklığına uğrar. Minerallerin, sebzelerin ve hayvanların dünyasında iyiliğin bize bir istisna ve şiddetin bir kural gibi geldiği durumlarda, hassasiyeti icat etmek insana bağlıdır.

      Yalnızca yirminci yüzyılda insanlar çocuğun kıtasına inebildiler. O yıllardan önce herkes çocukların kendi ülkemizde yaşadığına ve küçük ve eksik olmasına rağmen bize eşit olduklarına inanıyordu. Başka bir yerde ikamet ettiklerinden kimse kuşku duymuyordu, oysa onlar bizimkinden farklı, yanardöner ve muhteşem bir kıtada yaşıyorlardı. Ancak yıllar süren yelkenden sonra katı ve donuk ilçelerimize demir atıp bize ulaştılar.

      İnfantil topraklar oraya ilk ayak basan biricik Cristoforo Colombo tarafından keşfedilmemişti. Bu hususun kâşifleri ise oldukça çağdaştır ve içlerinden üçü çok önemlidir: Fransız Alfred Binet, Amerikan arnold Gesell, İtalyan Maria Montessori.

      Hindistan’a yelken açmışken Amerika’yı tesadüfen keşfeden Cristoforo Colombo gibi Binet de insan ruhunu ölçecek bir sistem arayışındayken karşısına çocukluk adası çıkmıştı. Sorbonne’da profesör olan ve deneysel psikolojinin kurucusu Alfred Binet 1855’te doğdu. Tamamen kendi yüzyılının insanıydı. Bu yüzyıl bilim ile sarhoş olmuş hâldeydi ve tüm sarhoşlar gibi biraz inandırıcı ve biraz da palavracıydı. Etrafta fiziksel güçleri, maddeyi ölçen ve sonra bunları pek çok alanda kullanan bilim insanlarının zaferlerini görünce Binet: “Neden ruh da ölçülmesin ki?” diye sordu. Sonra aklına test yapma fikri geldi. Testler, simyacılar tarafından altınları test etmek için kullanılan bazı eski toprak kaplarda yapıldı. Binet ruhun ölçümlerini sabitlemeyi hedefleyen denemelerini kendi adıyla vaftiz etti.

      Sorbonne’da profesör olan saygın bir kişinin testlerin ruhu tartabileceğine inanması gerçekten şaşırtıcıdır: sezgilerimizi ve korkularımızı, suçluluk duygusunu, ahlaksızlık eğilimini, aklın keskinliğini, pişman olmaya yatkınlığı, bağlılığı, nefreti, sevgiyi, iktidara gelme isteğini ve fedakârlığı tartmak. Binet ve takipçileri ruhumuzun büyük ölçüde bilincimizden bile kaçabildiğini anlamadılar. Beyin dâhil vücudumuzu oluşturan tüm hücrelerin baş döndürücü mutasyonuna rağmen ruh evrim geçirmez, bedenimizden kopmaz, herhangi bir deneye izin vermez ve dünyevi varoluştan bu yana bize temel, görünmez, ölçülemez, verimsiz bir çekirdek olarak yerleşir.

      Binet Hindistan’ı bulmadı, bulamazdı da, o çocuk kıtasını keşfetti.

      Amerikalı Arnold Gesell, Binet’ten çeyrek yüzyıl sonra doğdu. Bilim zehirlenmesinin artık dağıldığı 1900’lü yıllarda yirmi yaşındaydı. Âlimler belirsizliklerden arınarak daha ihtiyatlı ve mütevazı davranmaya başlamışlardı. Bu nedenle Gesell’in (doktor ve pediyatrist) hırsı doğumdan itibaren çocuk davranışlarının özenli incelenmesiyle baskılandı. Yarım asır boyunca çalıştı ve çalışmaları ile insanları hayrete düşürdü. Yale Üniversitesine misafir olarak çağırıldı. Yale Üniversitesini bazıları meşhur anahtarın keşfedildiği yer olarak bilir. Oysa John Yale, 1848’de yaşamış, kendi adını verdiği kilidi tasarlayan Stamfordlu fakir bir demirciydi. Yüz otuz yıl önce yaşayan varlıklı Tüccar Elihu Yale ise bizzat kendi parası ile New Haven’da önce Yale Okulu, sonra Yale Koleji, en sonunda Yale Üniversitesi olarak anılan okulu kuran kişidir.

      Gesell’in keşif gezileri rotasını Quinnipiac ve Mill nehirlerinin Atlantik’e aktığı New Haven’dan doğrudan Binet’in yer aldığı çocukluk kıtasına doğru çevirdi. Gesell ortakları ile birlikte oraya indi ve gezerken karşılaştığı şeyleri titizlikle tanımlayan coğrafyacıların yöntemsel merakıyla çalışmalar yaptı. Böylece insanlığa hiç beklenmeyen yönleri ile çocuğun evrenini açıkladı.

      İtalyan Maria Montessori, çocukların dünyasına ne Binet’in abartılı ruhu ne de Gesell’in tatsız tutsuz ruhu ile değil bambaşka bir ruhla giriş yaptı. Söz konusu bir İtalyan ruhuydu ve bu nedenle de mantık ön plana çıkıyordu. Ancak mantıksallığın yanına aynı zamanda feminen ve dolayısıyla da sezgisel bir ruh da katmıştı. Maria Montessori bizim topraklarımızın değil başka bir kıtanın ahalisi olan bebeği köleleştirdiğimizi anladı. Bu parlak fikirden tüm sonuçları çizdi.

      Bu fikir aslında yıllar evvel işitme ve zihinsel engelli çocuklara yardım edebilmek için zekice yöntemler geliştiren Séguin ve Itard’ın eski eserlerinin incelenmesinden doğmuştu. Ancak Maria Montessori anladı ki her bebek belli bir açıdan işitsel ve zihinsel engelliye benzer. Zaman geçtikçe konuşmayı ve anlamayı öğrenmesi yaşadığı çevre sayesinde olur. Dolayısıyla çevre çok önemlidir, dağılmış ya da baskılanmış olmamalıdır.

      Baskı yerine bizler çocuğun özgürlüğünü savunmalıyız, bizlerden bağımsız ancak yine de uyumlu yaşamın genişlemesine izin vermeliyiz.

      Böylece yirminci yüzyılın ilk yıllarında Binet, çocuk dünyasının varlığını duyururken, Gesell çoktan içine girmiş ve Maria Montessori ise oraya çoktan özgürlük bayrağını çekmişti. Bu üç insan birbirlerini hiç tanımadan ayrı ayrı benzer şekilde davranmışlardı. Keşifleriyle üçü de insanlardan dünyamızın dışındaki bu yaratığa saygı duymasını istediler, öyle ki bu varlık bin yıllık kölelikten sonra artık serbest bırakılmayı hak ediyordu.

      Bebeğin bağımsızlık savaşı 1907 yılının Ocak ayında Roma’da, Maria henüz otuz yedi yaşındayken, tıptan mezun olmasına rağmen meşhur San Lorenzo bölgesindeki bir anaokulunda görev almayı