Piero Scanziani

İnsanın Macerası


Скачать книгу

Afrika’nın dans eden ve siyah dünyası isterse Uzak Doğu’nun sarı ve ölçülü dünyası olsun. Mekânlar, deyimler ve medeniyetlerdeki birçok farklılığa rağmen, çocukların hepsi aynı ruhla doğar.

      Şaşırmaların ve parıltıların yaşandığı erken dönemden sonra, bebek (beyaz, sarı, siyah, kırmızı) beş yüz gün boyunca vücudunun birçok bölümüne karşılık gelen önemli ve büyük dönemlerden geçerler: ağız dönemi, el dönemi, ayak dönemi, beyin dönemi, kalça dönemi.

      Ağız dönemi, bebeğin ruhu bağlı olduğu bedene ait hiçbir fikre sahip değildir. Yenidoğan bir kafası, parmakları, baldırları, omuzları ya da göğsü olduğunu tamamen göz ardı eder. Ancak bir ağzı olduğunu hemen bilir. Devamlı beslenme ile haşır neşir olduğundan dudaklar, dil, diş etleri ve damak zengin bir hassasiyete sahiptir. Bu hassasiyet çocuğun ilk biçim, hacim ve tutarlılık kavramlarını oluşturmasına izin verir. Bebek yalnızca ağız ile gerçeği, yuvarlağı, ılık, sağlam ve lezzetli olanı ayırabilir.

      Ağız bebek için beslenmek, açlık ve susuzluk uyaranlarını susturmak için bir yol göstericidir, sonra yavaş yavaş ona başka hazlar da sunmaya başlar. Bebek süte doymak için meme ucundan beslenir ve bu hazzı ağzı ile algılar. Karanlık bir rahatsızlık onu tedirgin ettiğinde anne sütündeki şeker onu sakinleştirir ve uykuya teşvik eder. Rastgele bir başparmak dudaklarının arasına düştüğünde, gönüllü olarak onu emer. Ağız onun için daima keyifli bir yer olarak kalacaktır: Âşık olduğunda öpücük, tiryaki olduğunda sigara, yaşlı olduğunda tatlı bir sos olarak.

      Ağızdan yalnızca çocuksu hazlar değil aynı zamanda acılar ve zıtlıklar da edinilir. Eğer süt kıtsa ve bebeği uzun ve nafile bir çabaya zorlarsa yenidoğan önce şaşırır sonra gerilir nihayetinde sinirlenir ve uzun vadede bu durum hayal kırıklıklarına, düşmanlığa ve pişmanlığa yol açar.

      Ancak ağız gülümser ve bu gülümseme en az ağlama kadar kendini ifade etmede kullanılan bir yöntemdir. Yirmi beş gün içinde dudaklarda bir tebessüm fark edilir, kırk beşinci günde daha net bir sevinç sıçraması görülür en nihayetinde üç hafta sonra bebek işte bir kıkırdama ile karşınızdadır. İlk çocuksu gülüşler beden ruhun öz mutluluğu bulmasına izin verdiğinde gelir. Halk arasında bebeklerin göğe bakıp gülümsediği söylenir, doğrudur da. Kısa sürede tüm dünyaya da gülümser, böylece kelime mucizesi için yaratılan ağız gülümseyerek ilk iletişimi kurar.

      El dönemi doksan gün sonra başlar. Çocuğun ellerinin varlığını aniden fark ettiği özel bir an vardır. Ancak hâlâ kendisine ait olduğundan şüphelenmez. Onu kendinden bağımsız ama olağan bir nesne olarak görür. Kolların otonom hareketi görüş alanına girdiğinde onları uzun uzun seyreder. Sonunda kolları bir arkadaşı kabul eder ve ona bakarken sık sık gülümser. Çocuk daima önce sağ elini, daha sonra sol elini keşfeder. Tersi olursa, muhtemelen solak olacaktır.

      Bebek sonunda elini keşfetse de kullanmasını hâlâ bilmez. Eline gelen her şeyi kavrar, bebeğin neşeyle dinlediği çıngırağı eğer biri eline verirse onu sıkıca tutar ve biri parmaklarını açmaya çalışsa da o parmaklarını kuvvetle sıkmaya devam eder. Bir süre sonra rahatsız olup neredeyse ağlayacak duruma gelince bu gürültüden kaçmak ister ancak eli istemsizce çıngırağı tutmaya ve kolu onu istemsizce sallamaya devam eder. Beden, ruh için zor bir araçtır.

      Bir gün el yanlışlıkla ağza dokunur. Bebek nedeni ve etkisinden habersiz elin ortadan kaybolmasına ağlar. Sonraki günlerde bu hareket her tekrarlandığında yavrucuk hep aynı şekilde şikâyet eder. Tekrar tekrar deneyince çocuk zihni hareket ve kaybolma arasındaki ilişkiyi kavrar. Bu tarihî anda çocuk elin onun bir uzantısı olduğunu ve dünyayı onunla kavrayabileceğini anlar.

      Bu aydınlanma sonrası eller kâşif olmaya başlar: Bebek keşfeder, yakaladıklarını ağzına getirir, böylece neyin ne olduğuna karar verir.

      Bu yöntemi kullanarak nesnelerle deneyler yapar, bazı nesneler buna olanak tanır bazıları tanımaz, bazıları hoş ve bu oyuna dâhil edilebilirken bazıları deneye karşı dayanıklı ve tehlikelidir. Zihin, her şeyin uzun gerekçeli fihristini yazmaya başlar.

      Sonra çocuk bir coğrafyacıya dönüşür ve elleri sayesinde kendi uzuvlarında keşfe çıkar. Onları avuçları ve parmaklarıyla kavrar, vücudunun haritasını oluşturmak için yeterli olacak şekilde onları yavaş yavaş ve titizlikle test eder. Bununla birlikte bazı bölgeler kısa kollarına ulaşmaz. Örneğin; koltuk altı, ayak tabanı, sırt. Bu bölgeler sonsuza dek fethedilmeyecek ve böylece vücudun geri kalanının kaybedeceği epidermal duyarlılığını koruyacaktır. Bazı bölgelerde aşırı gıdıklamadan muzdarip olanlar, kendi coğrafyasına çok hâkim olamamış bebeklerdir.

      Üç yüzüncü güne doğru ayak dönemi başlar. Üç ayda bebek başını yastıktan kaldırmayı başarır, altı aylıkken oturabilir ve dokuz aya gelindiğinde bacakları üzerine dikilebilir. Artık macera dolu fethine hazırdır. Çocuğu yürümeye teşvik eden hayati dürtü, insanı da dünyayı işgal etmeye teşvik edecektir.

      Yalnızca olağanüstü bir dürtü çocuğun ayaklarını vitese geçirir, küçücük ve kısa bacakları buna destek vermekte ve tüm karın bölgesi ile ağır kafatasının yükünü taşımakta zorlanır. Eğer üç ya da dört ayağımız olsaydı, adım atmak daha kolay olurdu. Bunun yerine sabit dikilirken bile vücudun kırılma eğilimindeki dengesini yeniden inşa etmek için sürekli çaba sarf eden iki tanemiz var. Bunun yanında yürürken tüm vucudumuz her taraftan sallanır: Kalça dikey olarak, gövde yandan, omuzlar eksen içinde, baş ileri, kollar bir o yana bir bu yana sallanır. Ayak, zavallı ayak, olması gerektiği gibi dimdik durmamızı sağlar ve çökmemizi önler.

      Mars’ta yaşayan bir mühendis insanın yürüyüşünü imkânsız, bebeğin yürüyüşünün ise abuk olduğunu düşünürdü. Ancak tellinayı hareketsiz ve kırlangıcı uçarken isteyen hayat abuk olanı gerçek yapmakla eğlenir. Yaşama göre bebeğin uzaktan umutsuzca baktığını kendisine erişir kılan mucizevi ayak dönemidir.

      Tüm dürtülerin derinlerinde bir mutluluk yatar. Bu nedenle ilk adımlarda çocuğun boğazından küçük sevinç çığlıkları çıktığı duyulur. Muzaffer bir şekilde ona doğru gelirken ve o şeylere doğru yürürken zafer dürtüsü onu sarhoş eder.

      Beyin dönemi görünmez bir şekilde kafatasının kapalı kutusu içinde ve submusküler karanlıkta gerçekleşir. Ruh (ayaklarını, ellerini, ağzını nasıl kullanacağını öğrendiği sırada) dünyayla temas kurması için elzem olan sinir sistemini kullanmayı öğrenir. Ancak doğumda, miyelinin yokluğu nedeniyle sistem eksiktir.

      Miyelin, sinirleri saran beyaz, parlak, sümüksü, kaygan bir maddedir. Hepimiz onu ya kasap dükkânında ya da en azından mutfakta görmüşüzdür. Miyelin kılıfı olmadan sinirler hareket edemez. Yeni-doğanlar sinir sistemi yok denilebilecek bir düzeydedir bu nedenle de sistem verimli çalışmaz. Ancak dikkatini dünyaya çevirdiğinde (şaşkınlıklar ve parıltılar arasında) çocuk ruhu heyecanla miyelini giyinip çalışmaya koyulan sinirleri uyarır. Bu nedenle yavrunun tavırları günden güne değişime uğrar. Miyelin olmadan sinirlerin hareket ettiremediği bacaklar yavaş yavaş uzanmaya başlar. Belli bir anda çocuk onları acımadan büker durur, bu işte o kadar ustalaşır ki ayak başparmağını ağzına bile götürebilir. Ellere gelince, artık küçücük parmaklarıyla yumruğunu sıkmayı bırakır ve onun yerine başparmak ile işaret parmağını buluşturana kadar daha serbestçe hareket ettirmeye başlar. Bu kullanılabilirlik, insana nesneleri aletlere dönüştürmesine ve kendisini dünyanın efendisi kılmasına yetecektir.

      Yüz yirmi günde miyelin kılıfı kortikal liflerin çoğunu kaplar; beş yüz günde görsel, işitsel merkezler ve motor merkezleri tamamlanır; onu takip eden iki yüz gün içinde de tüm sinir sistemi kurulur.